ESKİDEN AŞK VARDI
            Hemen herkesin şarkısında, türküsünde olsun, sohbetinde, efkârında, âhında, eyvâhında olsun en fazla kullandığı, etkisinden masa, duvar yumrukladığı, şehirlerin karanlık sokaklarına dalarak parkların ıssız yerlerinde isyan ettiği kavram olan aşkın; ne olduğunu ya da ne olmadığını bir çoğumuz sorgulamamışızdır bile.
            İnsanoğlu böyledir, pek âlâkasız olduğumuz, bizden çok uzak olan şeyleri araştırır öğreniriz de içimizin belki de bir tek yürek kıpırtısını bile sorgulamamışızdır.
            Ufuklar ötesini görebilmiş ve fakat en yakın görüş mesafesi olan burnumuzun ucunu görmekte her zaman zorlanmışızdır. Şair serzenişinde pek haklıdır. “Havada uçtuk ama yerde öldük”. Hayatımızı kolaylaştıracak âleti bulalım derken hayatımızı dondurduğumuz gibi.
            Acaba karasevdalarımız, tutkularımız, sempatilerimiz, belden aşağı duygularımız bunların hepsi aşk mıdır? Eski gönül erbâbları  aşkı bu hallerin hepsinden beri tutmuşlardır. Çünkü onlar aşkın insanı aşkın eylediğini biliyorlardı. Bu yüzden iki kişilik divânelikler olsun, kadın ya da erkeği bir zombi gibi esir edip ardından sürükleyen şey olsun, libido gözlüğünden bakılarak duyulan cinsel iştiyâk olsun bu hallerin hepsine  bizler her ne kadar aşk demekte ısrarlı olsak ta onlar aşk dememişlerdir. Çünkü sevginin dinamiği ruhtur ve ruhun cinselliği de yoktur. Aşk aynı özden üflenen ruhların birbirini arzu etmesidir. Bunu İbn Hazm da Güvercin Gerdanlığı’nda evetlemiştir. O sevgiyi üç mertebeye ayırır.
a)      Tabii sevgi: Avamın sevgisidir. Eserleri, tezahürleri ve gayesi bakımından sonu nikâhtır.
b)      Ruhani sevgi: Bunun gayesi mahbuba (sevgiliye) benzemektir. Sevilenin rızasını ve gönlünü kazanmak için gayret sarfetmektir.
c)      İlahi sevgi: Allah’ın kullarına ve kullarının Allah’a olan sevgisidir. Günümüzde yaşananlar genellikle 1. Kategoriden olan ilişkilerdir, ama “Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen güzel yapar” demiş büyükler. Bu yüzden eskilerde yaşanan ilişkiler sufli (bayağı) değildi. Aşk onlar için en ulvi duygudur. Adeta bir mihenk taşıdır.
Rahmetli F.Gemuhluoğlu hayattayken bir vakfın yöneticiliğini yapıyormuş ve üniversite öğrencilerine burs veriyormuş. Mülâkata aldığı öğrencilere bir tek soru sorarmış “Oğlum hiç âşık oldun mu?” yani yüreğinde köz var mı? Menfi yanıt aldığı öğrencilere burs vermiyormuş.
Yine Fuzuli de aynı telden söylemiyor mu?
“Aşk imiş her ne var ise âlemde
              İlim bir kıylu kal imiş”
Mana:“Aşk imiş ne varsa âlemde,
İlim bir dedikodu, bir söylentiden ibarettir ancak”
Bir diğer gönül ehlide buna katılır.
            “Noktası kitaptır aşkın
            Zerresi afitâbtır aşkın
            Garkolur katresinde kevn ü mekân
        Gizlenür zerresinde her dü cihân”
            Mana:“Noktası bir kitaptır aşkın
                        Zerresi güneştir aşkın
                        Kaybolur, yokolur bir damlasında  oluş ve mekân
                        Saklanır bir zerresinde her iki cihân”
            Öyle pek neşeli, bol kahkahalı aşkları yoktur eskilerin. Eskiden aşk telef ederdi aşıkları. Şehrin hangi delisine sorarsanız hepsinin sebebi aynıdır. Cefâdan, ıstıraptan, çaresizlikten, gözyaşından azad olmuş bir aşık timsali göremeyiz. Vuslat yoktur onlar için ancak hayal etmek vardır. Hepsi çok çekmiştir sevgiliden hem de çok.
Buyrun biz yine ehillere kulak verelim,
            “Arz-ı hâl etmeye cânâ seni tenha bulamam
            Seni tenha bulacak kendimi asla bulamam.”
            Mana: “Halimi sana arz etmek için, sevgili seni yalnız bulamam
                        Seni yalnız bulunca da kendimi bulamıyorum”           
            İşte tam bir cünûn (mecnunluk) hali. Maşuha için varolmak ve olunca yokolmak. Yine Şem ile Pervane hadiseleri bir çoğumuzca malumdur. Şem; mum, çırağı, ışık demek, Pervane ise bir kelebek cinsidir. Bu kelebek geceleri bir ışık görünce ona doğru uçar ve gider, o ışığın etrafında dönmeye, raksetmeye başlar. Taki bitabolup ateşe düşerek yok oluncaya kadar.
            Bunu eski şairlerimiz âşık’a ve sevgiliye benzeterek çok müstesna beyitler türetmişlerdir.
            Âşık için vuslat ancak mezarda mümkündür. Leyla ölünce Fuzuli Mecnun’a  onun kabri başında  şunları söyletir.
            “Âlem hoş idi ki var idi yâr
Çün yâr yok olmasın ne kim var
Teklif-i visal eder bana yâr
Bir halvetdeki yoktur ağyâr
Ya Rab bana cism u cân gerekmez
Cânân yoğ ise cihân gerekmez”
Mecnun’a bunları söyleten Fuzuli bu konuda kendini az bahamı bulur.
            “Mende mecnundan  daha füzun aşıklık istidadı var
            Aşık-ı sadık menem mecnun’un ancak adı var”
            Mana: “bende Mecnundan daha ziyade âşık olma isteği var
                        En büyük aşık benim Mecnun’un ancak adı çıkmış.”
            Ruhlardaki hüznü, gönüllerdeki duassılayı ifade etmek için  bittecrübe hadiselerin içinde yaşamak, sahnede yer almak gerek. Kimse isteyerek âşık olmaz. Zira aşk iradi değil mecburidir. Dokuz zincirle dokuz kazığa bağlı olsada âşık’ın gönlünü yine  âşk gücüyle cânânın yolundan giderken görürüz.
Bir de Ruhi söylesin bunu,
            “Çoktur eğer derd-ü belası muhabbetin
            Amma ne çâre elde değil ihtiyarımız”
            Mana: “Aşkın derdi, belası çoktur
                        Lakin elde değil özgürlüğümüz”
            El Hak doğrudur. Al benden de o kadar. Bu en orta halli insandan tutunda en alim, en hükümran, en zalim insan için aynı geçerliktedir. Gevaşlı çobanı Tamara’ya olan sevgisi yüzünden Van Gölünün sularında bir gece vakti boğduran, bir cihan hükümdarı olan Yavuz Selim’in ellerini kollarını bağlayan aynı şeydir.
İşte Yavuz’un itirafları;
            “Şirler  pençe-i kahrımda lerzan olurken
            Beni bir gözleri âhuya zebun etti felek.”
            Mana: “Aslanlar kahrımın pençesinde titrer iken
            Beni âhu gözlü bir güzele esir etti felek.”
            Şirazlı Sadi’nin şiirlerini ustaca Farsça’ya çevirdiği şair de aynı çaresizliktedir. Bu zat da mettun olduğu ama bir türlü dayanamadığı, tahammül edemediği o gözlerin esaretinden kurtulmak için alıp başını bir başka  diyara göçer ve avunmak için çiçek yetiştiriciliğine başlar fakat baharın gelmesiyle  açılan gülleri, nergisleri yine yârin gözlerine benzetir.
Zati’de  aynı gama muptela olmuştur ki;
            “Eyitti ol peri bir gün düşüne girürem bir şeb
 sevincimden nice yıllar geçipdür görmedüm uyhu” der.
            Mana: “O peri gibi güzel sevgili bir gün bana ‘bir gece rüyana gireceğim’ dedi
            Nice yıllar geçiyorki bu iyi habere duyduğum sevinçten gözüme uyku girmiyor”
            Zavallı şair. Sevgili perişanlığını çaresizliğini görmüş hadi gönlün olsun bir gece rüyana  girecem deyivermiş, demez olaymış. Bu seferde bu iyi haberden dolayı âşık’ın uykuları kaçmış. Belki uyuyabilse vuslata erecek ama  gel gör ki raksederek  ağlamakta vamış hesapta.
Bir de günümüz şairlerinden birinin sadasına kulak verelim.
            “Gözlerin deli dolu yağmur
            Saçların lapa lapa kardı
            Dokunsam ellerimi, dokunmasam yüreğimi yakardı”
Kaderin böylesi de  düşman başına ,
            “Olsa idi gamzeyi cânân âmi
            Dil ne bilürdü elemi âlemi”
Mana: “Sevgilinin gamzesi bilinmemiş olsaydı
            Gönül nerden bilecekti bu dünyanın kederini”
İşte bu yüzden bir diğer âşık: “Görmemek yeydür, görüp divâne olmaktan seni” diyecektir. Kimi aşıklar içinse sevgili tam bir âfettir, dayanılmaz bir şeydir. O bakınca yeryüzü sallanır, tufanlar kopar. “Bir bakışındır komaz tâş üstünde taş senin.” Aristoteles İskender’e hocalık yaparken ona bir ayna icat etmiş. İskender’de bu aynayı kalelerin en üst noktasına diker ve başına da bekçiler koyarmış. Bekçiler bu aynaya bakarak gelen düşman saldırılarını epey uzaktan görür ona göre savunma tertibatı alınır ve düşman yok edilirmiş. İşte bu mazmun üzerine şair bu müstesna beyti inşa eder.
“Bir ayineyle İskender nice benzer sana cânâ?
             Senin her baktığın mirat olur âlemnüma cânâ”
Mana: “Bir ayna ile İskender sana ne kadar benzeyebilir ki sevgili
Senin  her baktığın yok olur âlemi gören sevgili”
Esad-ı Erbili’de bir gazelinde bunu söyler;
            “Tecellayı cemâlinden habibim nev-bahar ateş
            Gül ateş, bülbül ateş, sünbül ateş hah u har ateş
            Şua-ı afitâbındır yakan bilcümle uşşakı
            Dil ateş, sine ateş hem dü çeşm-i eşkibar ateş
            Hayali şem-i ruyinle aceb mi yansa cân u dil?
            Nigârım gelde gör kalbimde ateş ah u zar ateş.
            Ümid-i afiyet besler mi bu cân yârdan hâşa
            Şaçar oldukça gözden ol nigâr-ı  gülizâr ateş.”
            Mana: “Güzelliğinin tecellisinden sevgilim ilkbahar ateş
Gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, diken ateş
Güneş gibi parlak yüzünün ışıklarıdır bütün aşıkları yakan
Gönül ateş bağır(sine) ateş ve her iki gözümden akan yaşların hepsi ateş
O güneş yüzünün hayaliyle acaba yanar mı bu ruh ve gönül
Güzelim gel de gör kalbimde ateş, ahuzarımda ateş.
Bu can sağlık sıhhat ümit eder mi yardan hâşa
O gül bahçesinin güzeli gözlerden ateş saçar oldukça.” 
Günümüz şairlerinden birinin de buna hiç tâkati yoktur.
            “Yollar seni gidegide usandım
            Çok gencim şiire yeni başladım ansızın gelme
            Sesin gelsin önce belli belirsiz
            İlkin tanımamalıyım sisler içinde olsun yüzün
            Bir on yıl düşlerde
            Habersizden gelme ansızın
            Bir on yılda inanmaksızın geçsin senden gelen muştuya
            Sonra rüzgârlarda, yazlarda, kışlarda, yağmurlarda
            Azeri türkülerde, hüzzam şarkılarda gel
            Kütüphaneler dolusu kitaplarla gel
            Patikalar, uzun yollarla
            Herkes seni konuşsun onlarca yıl
Dağılan ordularım toplansın, mitingler, uzun şarjörlerde
Göğ ekini biçsinler binlerce kanlı gömlekte gel
Şiirim tamamlansın sakalım apak
Başımda şaç, ağzımda diş kalmasın
Feri kaçsın gözlerimin ki yüzüne bakmaya, sana tahammüle ancak tokat getirsin
Ansızın gelme öyle birkaç yıl içerisinde
Ya sur üfürülsün, ya kabirler açılsın, dağlar, denizler yürüsün
Bu akıl bu cân varken bende yalvarırım ansızın gelme
Aramızda mutlaka bir berzâh bulunsun
Geldiğin gün benden söz edilmesin
Adım silinsin beşbin yıllık dağlardan ovalardan
Güveler kemirsin parşomenlerimi
Yalnız senin varolsun artık varolmayan bana
Yalnız bana bakan mübarek gözlerin.”
Bütün bunların üstüne âşıklar yine en güzel benzetmeleri sevgili için yapmışlardır, en güzel sözleri onun için sarfetmişlerdir. Belki de benzettikleri çok farklıdır da, yani o ipeğe benzetilen ve tâ topuğa vuran saçı ellesek bize  sicim gibi gelecek, elimizde yapış yapış bir şeyler kalacaktır, ya da o bir saç kılının ortadan yarılmışı kadar ince olan bel hiç de öyle değildir. Kemana benzetilen kaş, elif harfi gibi düzgün ve uzun olan boy, fındığa benzetilen burun, nergise veya âhuya benzetilen göz, o şur (kılıç) buldukları lâl-i leb (kan kırmızısı rengindeki akik taşına benzeyen dudak), elmaya benzetilen yanak bütün bunlara hiç benzemeyebilir. Ki muhtemelen benzemiyordu da, ama aşık böyle görür.
Bunun nedenini de Âşık Veysel verir bize, “ Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa.”
Not: Şimdiler de ise gençler “Güzelliğin on para etmez estetiğin gücü olmasa.”diye söyleniyorlar.
            Her şeye rağmen âşıklar hiçbir zaman sevgiliden veya sevgilinin verdiği ıstıraptan şikâyetçi olmamışlardır, pişmanlık duymamışlardır. Bunu da Fuzuli’ye teyit ettirelim.
            “Aşk derdiyle hoşem elçek  yâremden tabib
            Yârelerim yârden armağandır merhemleme.”
Yine de fellik fellik sevgiliyi aramışlardır.
            “Hançer dedim, kadife, sonra sürgün
             Yollara düşen izleri desteledim
             Böldüm yüreğimi Medine dedim
             Mendil açtım şehir şehir seni diledim.”
Ona arzu etmişlerdir, çok şeye mâlolsada
            “Zülfün görenlerin hep bahtı siyâh olurmuş.
            Tek zülfün göreydim baht-ı siyâh olaydım.”
Aramalarında da hakları var.
            “Gül olmasaydı bülbül bunca feryad ü figân eyler miydi?
            Bülbül olmasaydı  gül bunca nazı kime eylerdi?
            Bütün bunlardan sonra şimdiki zıpır gençlerin (çok afedersiniz) donlarında gezdirdikleri tensel birlikteliklerine, nâne şekeri gibi yalayıp yalayıp tükettikleri o pek matrak ilişkilerine ne kadar aşk denilebilir? Bunu da varın siz hesaplayın.