Aydınlanma
Ertuğrul Firkateyni'nde Başladı
Antiemperyalist
düşünce, ‘mandacılık kabul edilemez’
sözünün ne anlama geldiği bana hiç de uzak değil. Hemen elimin altında.
‘Hayat
Su - Danone’. Sloganımız şöyle: ‘Torosların el değmemiş doğasından’.
Fransız
sermayesi gelmiş, bizim suyumuzu bize satıyor. Bu nasıl el değmemiş
Toroslar?
Ben
sizlere o ki sudan sözettim, suyun kaldırma gücüyle
birlikte Cumhuriyet’e doğru bir yolculuk yapalım. Ülkemizin her
köşesinde hatta
yurt dışında bile anlatmaktan çok büyük mutluluk duyduğum, bizde
Cumhuriyetçi
düşüncenin, aydınlanma sürecinin başlangıcı olan bir gemiden söz etmek
istiyorum. Bandırma mı? Onun da yeri var ama o değil.
1889 yılında süvari Ali Bey, bir sonbahar akşamı Bahriye Nezareti’nden yani Denizcilik Bakanlığı’ndan çıkıp evine geldiğinde oldukça düşüncelidir. Bir aylık bir süresi vardır. Sakal bırakmak için. Kendisinden sakal bırakması istenmiştir. Çünkü Abdülhamit, Japon imparatoruna hediyeler gönderecektir ve bu yolculuğu kaptan Ali Bey’in gemisi yapacaktır. Ama kaptan Ali Bey’in sakalı yoktur. Oysa usta denizci sakallı olmalı. Bu yüzden ‘Evladım sakal bırak’ dediler kendisine.
Ve
kaptan Ali Bey’in üç yaşındaki kızı Neyyire’yi o
yolculuğa çıkmadan önce son kez kucaklayıp öptüğünde sakalı vardı. Ve
üç
yaşındaki Neyyire, babasını yalnızca o pamuk gibi dokunuşla anımsar
yaşantısı
boyunca. ‘Babam benim için yumuşacık bir sakal, başka bir şey
anımsamıyorum ki’
der.
Abdülhamit’in
armağanlarını Ertuğrul Fırkateyni götürecek.
Neden? Elimizde zırhlı, daha büyük gemiler var. Zırhlı, hem de buharla
giden.
Ertuğrul 11 yıl Haliç’te bir dubaya bağlı ve tam 11 yıl yüzmemiş bir
gemi.
Derler ki, ‘Diğer gemileri Almanlardan aldık. Ertuğrul özbe öz Türk
yapımı. Bu
yüzden Türk’ün gemisi gidecek’. Yabancı değilsiniz; böyle bir söylem
varsa
altında bir pislik var demektir. Gerçek şu: Ertuğrul, hem buhar
donanımı hem de
yelken donanımı olan tek gemi. Kaptan Ali Bey’e demişlerdir ki;
‘Evladım bizim
onca yolu karşılayacak kömür alacak paramız yok. O yüzden limanlara
yanaşırken
buhar yakın, düdüğü öttürün ama açık denizde yelkenle gidin. Çünkü
paramız
yok.’
Ertuğrul
yola koyuluyor. O dönem gemilerin yaklaşık 3.5
ayda alması gereken yolculuğu 8-8.5 ayda tamamlıyor. Ama tamamlıyor.
Japonlar
çok şaşırıyor. Diyorlar ki Yokohama Limanı’na gelen geminin kaptanı Ali
Bey’e;
‘Nuh’un Gemisi’nin yüzüp yüzmediğini bilemeyiz ama sizin bu gemiyle
buraya
gelmeniz gerçekten mucize. Fakat mucize bir kez olur. Nasıl geri
döneceksiniz?’. Kaptan Ali Bey’in bir tek güvencesi vardır: O da
Ertuğrul’un
ambarlarına doldurduğu emekçilerdir. Çünkü kaptan Ali Bey’de o kadar
yolu ahşap
bir gemiyle almanın, hele geminin, iç deniz için yapılmış bir geminin
okyanusun
büyük dalgalarına dayanamayacağını çok iyi bilmekteydi. O yüzden
geminin
ambarlarını kömürle dolduramadı ama tahtalarla, gemi yapımında
kullanılan kalaslarla
doldurdu. Ve bir yığın emekçi koydu oraya, marangoz. Dedi ki; ‘Bakın
aslanlarım. Ertuğrul durmadan dalga yiyecek. Harap duruma gelecek.
Yukarda
rüzgar, aşağıda sizin emek gücünüz. Beğenmediğiniz tahtaları kesin,
biçin,
değiştirin. Nasıl olsa tahta bol. Yolculuk boyunca siz Ertuğrul’u
yüzdüreceksiniz.’
Geri
dönüş yolculuğunda da kaptan Ali Bey’in tek güvencesi
Ertuğrul’un ambarındaki emekçilerdi. ‘Bizi yüzdürürse onlar yüzdürecek’
diyordu. Ama Japonlar dediler ki; ‘Büyük bir fırtına var. İki aylık
fırtına.
Hiç olmazsa o dinsin. Bekleyin.’ Kaptan Ali Bey hesabetti. İki ay bir
limanda
bağlı kalmak demek, yolculuğun iki ay daha uzaması demek; 600’e yakın
insanın
iki aylık masrafı demek. O kadar paraları yoktu. Ertuğrul’un dışı
boyanmıştı
ama içi harap durumdaydı.
16
Eylül 1890 tarihinde geri dönüş yolculuğunun dördüncü
gününde Japonların Uşimi adası açıklarında büyük bir fırtınaya
yakalandı
Ertuğrul. Okyanusun dev dalgaları. Aşağıda emekçiler kalasları,
tahtaları kesip
biçmekte ve durmadan çakmaktadır. Derken birden kaptan Ali Bey’i
gördüler.
Kaptan Ali Bey büyük üniformasını giymişti. Kaptanların yalnız önemli
günlerde
giyecekleri büyük üniformaları vardır, sırmalı. Seferde giymezler
onları.
Şaşırırlar. Fırtınanın ortasında, dev dalgalarla boğuşan Ertuğrul’da
kaptanın
büyük üniformasını giymesinin ne anlama geldiğini de biliyorlardır
aslında. Ali
Bey; ‘Hadi yiğitlerim’ der. ‘Ertuğrul’dan buraya kadar. ‘Ama efendim,
gemi su
almıyor ki!’. ‘Almıyor ama geminin mirgan direği yıkıldı.’ Ahşap bir
geminin mirgan
direği yıkıldımı bisküviden yapılmış bir gemiye dönüşür. Az ötede Uşimi
adasının ışıkları gözüküyor, feneri gözüküyor. Dönseler kurtulacaklar.
Ama o
gece Uşimi adası fenerinin, Kaşinozaki fenerinin kapısı çalınıyor.
Japonlar
açıyorlar, şaşkınlar. Islak, garip kıyafetli bir yığın insan. ‘Nereden
geldi
bunlar bu adaya?’ dillerini de anlamıyorlar. Denizcilerin o rengârenk
bayraklarını getiriyorlar. Fırtınalı bir gecede bir Japon fenerinde,
bir
tarafta Japonlar bir tarafta bizimkiler ve yerde rengarenk bayraklar;
anlıyor
ki fener bekçileri, az ötede bir Türk gemisi batmış. Bekliyorlar.
Sabaha kadar
gelen yalnızca 69 kişi. Boğulan 500’ü aşkın denizcimiz arasında kaptan
Ali
Bey’de vardır. Ertuğrul’un batışı ilk kez, yakın tarihimizde ‘Bu kadar
da
olmaz. Kokuşmuş, kendisini tamamıyla yabancı sermayenin güdümüne
vermiş,
kapitülasyonlarla; bu anlayış hepimizi ölüme gönderecek. Bir şeyler
yapmalı!’diye sizin gibi o dönemin aydınlık insanlarını bir araya
getirmiştir.
Cumhuriyet’e giden aydınlanma sürecinin başlangıcı, Ertuğrul
fırkateyninin
batışıdır.
Kaptan
Ali Bey’in kızı Neyyire de zaman içinde evleniyor.
Ve oğlu dünyaya geliyor, kaptan Ali Bey’in hiç kucağına alıp sevemediği
torunu.
Ve bu torunu da Ertuğrul’un batışından bir yıl sonra, 1891’de Erdek’de
batan, sonra
2. Dünya Savaşı’nda 1915 yılında E-11 kod adlı İngiliz denizaltısı
tarafından
torpillenerek bir daha batan ki, her iki seferde de denizden çıkarılıp
yüzdürülmüştür. Hepinizin bildiği 16 Mayıs 1919 tarihinde özgürlüğe,
Cumhuriyet’e doğru rotasını çeviren Bandırma vapurunun yolcuları
arasındadır.
Yürek ve beyin anlamında... 16 Mayıs 1919 tarihinde Bandırma vapuru
akşamüstü
Kız Kulesi’nde durdurulur. Kız Kulesi işgal yıllarında
emperyalistlerin,
sömürgecilerin karakolu olarak kullanılmaktaydı. Anadolu’ya geçmek
isteyen
Kuvva-i Milliyeciler, devrimciler olduğunu biliyorlardı. Ve bu
devrimcilerin
adları Alemdar gazetesinde sayfa sayfa yayınlanıyordu. ‘Koparılması
gereken bu
kafalar mezar taşlarında sergilenmeli, hemen gömülmemeli’ diyen yazılar
çıkıyordu 700. yılını kutladığımız Osmanlı Devleti’nin yayın
organında.
Ve
o kafaların koptuğu yer Kız Kulesi’ydi. Bütün gemiler
durduruluyordu. İngilizler gemiye çıkıyor, kimlik soruyorlardı herkese.
Aradıkları Kuvva-i Milliyecilerdi. Yakaladıklarını aşağıya
indiriyorlar,
işkence yapıyorlar; ‘söyle gemide başka arkadaşın var mı?’ Eğer gemide
arkadaşı
varsa o korkuyordu; ‘acaba benim adımı verecek mi? Konuşacak mı?’ Sonra
bakıyordu ki, gemi yola koyuldu. Düşünsenize arkadaşınızı yakalamışlar,
Kız
Kulesi’nde işkence altında. Fakat gemiye ‘Hadi gidin’ denildi. Geminin
güvertesinden Kız Kulesi’ne doğru bakarsınız ve arkadaşınızı son kez
selamlarsınız. Sizin adınızı vermemiştir. Ama o Kız Kulesi’nde son
nefesini
vermiştir.
Pek
çok Kuvva-i Milliyeci kurşuna dizilmiştir Kız
Kulesi’nde, son nefesini vermiştir. Bugün Kız Kulesi, Turizm Bakanlığı
tarafından 900 metrekare inşaat alanı olarak tanımlandı, kafeterya ve
satış
merkezi yapıldı. Bu ülkede çobanlar özgürlük ezgilerini her mevsim
söylesin
diye son nefesini veren insanların olduğu bu mekanda çoban ve mevsim
salata şu
anda 2 milyon 500 bin lira. Tekirdağ köfte 3 milyon, döner kebap 2.5
milyon, su
500 bin.
Bandırmayı
da orada tutuyorlar. Mustafa Kemal diyor ki,
‘acaba herşey buraya kadar mıydı?’ Bir korku kulesi gibiydi. Fakat
Bandırma
yoluna devam ediyor. İşte kaptan Ali Bey’in torunu nasıl ki,
Ertuğrul’da yüzen
bağımsızlığa doğru, özgür, bağımsız bir ülkeye doğru giden yoldaki en
büyük güç
emekçiler ise, bu ülkenin bağımsızlığına doğru gidecek yolda da yine
ambarda onlar
olmalı, bütün taşıyıcı onlardır diyerek Köy Enstitülerinin kurucuları
arasında
yer alır. Köy Enstitüleri şu demek: Kolonyanın formülünü bileceksiniz
ama
kolonya yapmasını da bileceksiniz.
Ve
kaptan Ali Bey’in torununun oğlu da hepinizin tanıdığı
Can Yücel’dir. Can Yücel’in babası da Hasan Âli Yücel. Kaptan Ali
Bey’in kızı
Neyyire’nin oğlu. İşte geldik edebiyata, şiire. O ki, önümüz de 29
Ekim, ben
size Can Yücel’den bir şiir okuyayım:
Cumhuriyet.
Gölköy
adında bir köy varmış
Gelibolu’da
televizyonda
gösterdiler geçen gün
ben
kendimi bildim bileli bu böyledir
diyor
muhtar
29
Ekim’de toptan sünnet ederlermiş
çocukları
derken
ekranda bir çocuk belirdi
kirvesi
tutmuş kolundan
yatırdılar
bir kamp yatağına
ardından
sünnetçi olacak zat boy gösterdi
elinde
bıçağıyla
çocuk
kaldırdı başını bağırdı
yaşasın
Cuımhuriyet
korkarım
bu sade Gölköylülerin değil
hepimizin
sade
küçüklerin değil
büyüklerimizin
de düştüğü bir tarihsel yanılgı
sünnet
değil
farzdır
Cumhuriyet.