Zelyut
Rıza- Öz Kaynaklarına Göre Alevilik
|
Mutlu:
Türkiyeden sevgiler, saygılar. Programımızın bu bölümünde Türkler ve
din konusunu görüşmeye devam edeceğiz. Programımızın danışmanı Sayın
Prof. Dr. İsenbike Togan ODTÜ Tarih bölümü öğretim üyesi, ve konuğumuz
Sayın Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi.
hoş geldiniz efendim. Geçen programda söylemeyi unuttuklarımızdan
hareketle programımıza başlayalım. Türklerin İslamiyeti kabul
etmelerinden önce İslam dünyasının bilim adamları, düşünürleri
İslamiyet öncesi Türkleri nasıl tasvir ediyorlardı acaba? |
Ocak:Bu konuda elimizde
çok fazla veri yok maalesef. Ama yine de mevcut olanlara göre biraz
spekülatif bir tablo çizmek mümkün olabilir. Yani, % 100 o zaman
yaşanan tarihe uygun olmasa bile. Bu konuda en önemli eserlerden biri,
İsen Hanımın rahmetli pederi, büyük tarihçimiz Zeki Velidi Toganın
yayınladığı ibn-i Fadlan Seyahatnamesidir. Onunla ortak bir anlayış
içerisinde Ebu Dülef seyahatnamesi de var. Bu iki kaynak bize Türklerin
Müslümanlığı kabul etmeye başladığı dönemlere dair ipuçları
vermektedir. İbn-i Fadlanın riyaset ettiği Abbasi elçilik heyeti
çeşitli Türk boylarına gidiyor. İbn-i Fadlan bize buna dair
gözlemlerini aktarıyor. Abbasi elçileri başka kavimlere de uğruyorlar,
ama özellikle Oğuzlar arasında enteresan gözlemleri var. Bunları bir
arada değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda Türklerin müslümanlığı son
derece naif bir şekilde algıladığını görüyoruz. Tipik bir örnek
vereyim: İbn-i Fadlan |
Oğuz Kağanının çadırında konuk
oluyor. Akşam
namazı zamanı gelince yanındakilerden birine ezan okutuyor. Namaz
bittikten sonra otururlarken Oğuz Kağan Tanrımızın kaç karısı var? diye
soruyor. Aslında Oğuz kağanının sorusu oldukça doğal bir soru. Çünkü
yeni bir din, yeni bir peygamber ve yeni bir tanrı anlayışı gelmiş.
Başka inanç motifleri geliyor, bunu çok doğal olarak kendi inanç
motifleri doğrultusunda anlayacaklardır. Bu çok tipik bir tarihi
örnektir. Ebu Dülefte de benzer gözlemler var. Dönemin Arapça ve Farsça
tarih ve coğrafya kaynaklarında da çok olmasa da İslamiyete geçiş
dönemi ve daha sonraki dönemlere dair bilgiler var. Ama bir kere daha
altını çizerek söyleyeyim tüm bu veriler, Türklerin Müslümanlığa geçiş
dönemindeki durumları hakkında, İslamı nasıl kavradıkları hakkında
mükemmel bir tablo ortaya çıkarabilecek bir niteliğe sahip değil. |
Mutlu:
Sizin geçen programda da sormuş olduğunuz soru gündeme geliyor. Belki
bu soruya cevap arayıp bulabilme şansımız var. Türkler İslamiyeti bir
şekilde kabul ettiler ama bu dinden neden ayrılmadılar sorusunu belki
siz daha değişik bir şekilde formüle edersiniz. |
Togan: Cevabı herhalde o
kadar basit değil. Aslında değişik yönlerden yanıtlamaya çalışmak için
ya da üzerinde çalışmak için güzel bir soru. Ahmet Bey daha ayrıntılı
değinir, İslamiyet içerisinde geçen programda da söylediğimiz gibi bir
yazılı bir de sözlü gelenek var. Yazılı geleneğin ve sözlü geleneğin
ayrı ayrı yaşama alanları var. Bunlar bazen ayrı kimselere de hitap
edebiliyorlar. Ama sözlü gelenek içerisinde edebiyat ya da düşünce
şekilleri zaman içerisinde gelişiyor. Eski Budist, Maniheist veya
Şamanist geleneklerden bildikleri, anlatmaktan hoşlandıkları hikayeleri
İslamiyet kılığı içerisinde anlatmaya devam ediyorlar. Ama bu ulemanın
fıkıh kitabına girmiyor. İcap edince başvurulan bir şey olarak kalıyor.
Bu iki alanın varlığı burada önemli bir etken diye düşünüyorum. Çünkü
esnek oluyor. Zaten bu iki alan arasındaki esneklikler ve gerginlikler
bizim tarihimizin en heyecanlı zamanları. Ama onun ikisini
birleştirdiğinizde bütün bu tansiyonu kaldıracaksınız. Ukraynada
kiliseye gittim. Orada gördüm ki kiliseye girdiğinizde sağda solda
azizler var. Onların önünden geçtikten sonra papazın huzuruna
geliyorsunuz. Bizde bir camii düşünün, sağda Bahattin Nakşibent ruhuna
bir yazı, solda Ahmet Yesevi ruhuna bir yazı, öbür tarafta Abdülkadir
Geylani ruhuna bir yazı, resim dememek için yazı diyorum sonra imamın
yanına geliyorsunuz. İslamiyette böyle bir şey söz konusu olamaz. Cami
içinde kurumlaşmamış, böylece iki ayrı yaşama alanı oluşmuş ve bu iki
alan Türklere eskiden bildikleri, kendileri için vazgeçemedikleri
şeyleri yaşatma imkanı vermiş. Şimdi, İslami boyut Türklerin yaptığı
bir şey değil, İslamiyetin buna kendi içinde yer vermesiyle ilgili bir
şey diye düşünüyorum. Ahmet Yeseviden başlayarak değil orada bir
gelenek söz konusu. |
Mutlu:
O
geleneğe biraz değinir misiniz hocam? |
Ocak: Bu geleneği
hepimizin bildiği Fuat Köprülü ortaya koydu. Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar isimli kitabında. Sonra buradaki görüşlerini biraz
değiştirdi. İslam Ansiklopedisindeki Ahmet Yesevi maddesinde de genel
tarihi anlayış aynı olmakla birlikte bunun niteliği konusunda bazı
fikirler ortaya koydu. Ama Fuat Köprülünün her iki görüşü de temelde şu
noktada birleşiyor. Türklerin arasında Müslümanlığın yayılışı sufilik,
tarikatlar kanalıyla olmuştur. Hiç şüphesiz Nakşibendilik olmasaydı,
bana göre, biz Ahmet Yeseviyi de ondan öncekiler ve onun çağdaşları
gibi bilemeyecektik. Nakşibendilik, Yesevilik kültürü üzerine o
coğrafyaya yayıldığı için, o geleneği alıp tamamıyla yazıya geçirdiği
için, belki biraz deforme ederek, biz Ahmet Yesevinin tarihi
şahsiyetinden ve faaliyetlerinden bir nebze haberdar olabiliyoruz. Ama,
bu Ahmet Yeseviyle de sınırlı değil, şüphesiz onun gibi başkaları da
vardı, ondan öncekiler de vardı. Onlar hakkında böyle bir gelenek
oluşmadığı için biz bilemiyoruz. Bu gelenek tamamen sufi gelenek
çerçevesinde oluşan bir İslamiyet anlayışı. Ahmet Yesevi ve onun
halefleri, Fuat Köprülünün çok isabetle teşhis ettiği gibi, Orta Asyada
çok geniş bir alana İslamiyeti yaydılar. Bu tasavvuf nitelikli ve belli
bir ölçüde de İran sufiliğinin damgasını yemiş olan bir İslamiyet
anlayışı idi. Ahmet Yesevinin vefatından sonra bile Yesevilik
içerisinde meydana gelen ve bir başka sufi çevre olan Haydarilik
kanalıyla Anadoluya kadar giderken, bir yandan da Hindistan içlerine
kadar yayılabilmiştir. Yesevilik geleneği çok güçlü bir gelenek. |