Mücadeleci Atatürkçülük

İleri Dergisi’nin “Mücadeleci Atatürkçülük” özel sayısını hazırladığını duyduğum zaman aklıma şu soru takıldı: Mücadeleci olmayan Atatürkçülük olur muydu?

Bu soruya vereceğim cevap “kesinlikle hayır”dır.

Artık şehirlisi- köylüsüyle; işçisi, memuru, öğrencisi ile bütün Türk vatandaşları; ülke bütünlüğümüzün, bağımsızlığımızın, Cumhuriyetimizin tehlikede olduğunu; emperyalist devletlerin, bizi siyasi bir kuşatma altında bulundurduklarını, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’na yaptıkları gibi, Atatürk’ün deyişiyle “bizi ekonomik tutsaklığa mahkum ettiklerini” çok iyi biliyorlar.

Çözüm, Atatürkçülükte ve umut Türk gençliğinde.

Ne demişti Atatürk büyük Nutuk’unda, tekrar hatırlayalım:

“Ey Türk Gençliği; birinci görevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, sonsuza değin korumak ve savunmaktır... Bunun için sana gereken güç, damarlarındaki soylu kanda mevcuttur!”

Türk gençliğinin bu görevi bilinçli bir şekilde yerine getirebilmek için, “Ulusal Kurtuluş Savaşı”mızın ve “Atatürk Devrimi”nin anlamı üzerinde yeniden düşünmeye başlaması gerektiğine inanıyorum.

Düşünmeye ilk önce Uğur Mumcu’nun yazdıklarıyla başlayalım:

“Ulusal Kurtuluş Savaşı, anti-emperyalist, anti-kapitalist bir başkaldırmadır. Bu savaşın, bütün ezilen uluslarca paylaşılan bir evrensel niteliği vardır. Emperyalizmin boyunduruğu altında ulusal kurtuluş savaşı veren bütün sömürülen ‘proleter’ uluslar, Kemalizm’in bağımsızlık bilincini benimsemektedirler. Çağımız bir bağımsızlık çağı ise, bunun başlangıç noktası Anadolu’daki ‘Kuvayı Milliye’ savaşlarıdır. Emperyalizmin en büyük korkusu, baruttan sonra en tehlikeli saydıkları milliyetçi uyanıştır. Milli petrolümüze, yurdumuzdaki Amerikan üslerine ve ulusal onurumuza sahip çıktıkça, emperyalizm, doları ile, askeri ile, ajanları ile safını alacaktır. Çünkü ‘Ulusal Kurtuluş Devrimi’ dediğimiz ‘Kemalist Devrim’, emperyalizmin bütün ilişkilerini kökünden kaldıracak ulusal bir tepkidir”.[1]

Doğan Avcıoğlu şöyle yazmıştı:

“Kemalizm, her şeyden önce bazılarının ‘Batılılaşma’ adını verdikleri Tanzimat’la birlikte başlayan uydulaşma ve sömürgeleşme sürecine karşı milliyetçi bir tepkidir. Emperyalizm, sömürgeleştirdiği bir ülkenin medeniyet ihtilaline, yani sanayileşmesine ve kalkınmasına elbette müsaade etmeyecektir. Medeniyeti getirebilmek için her şeyden önce, emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmak gereklidir. Bugün için geçerli olan bu gerçek, ilk kez Atatürk tarafından ‘Tam Bağımsızlık’ ilkesiyle ortaya atılmıştır. Tam Bağımsızlık, duygusal bir milliyetçi talep değil, kalkınmanın ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmanın vazgeçilmez ön şartıdır”.[2]

Prof. Dr. Çetin Yetkin’in yazdıklarıyla düşünmeye devam ediyoruz:

“Ulusal Bağımsızlıktan sözeden bir kişinin ‘ulusçu’, yani ‘milliyetçi’ olması gerekir. Emperyalizm, sömürdüğü halkının kendisine karşı koyabilmesinin tek yolunun, onların ulusal bilince erişmelerinden ve ulusal birliklerini sağlamaktan geçtiğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle de, bu ülkelerde açtığı eğitim ve propaganda kurumları, buralardan getirip kendi ülkesinde eğitip koşullandırdığı öğrenciler, yazın, basın, bugün özellikle televizyon beslediği yerli eli kalem tutanlar vb aracılığı ile ulusçuluğun ne denli kötü, çağdışı bir şey olduğunu, emperyalist ülkelerin değerlerinin uygarlığı simgelediğini, ancak bu değerler benimsenirse o ülke insanlarının uygar olacağını kafalara kazıyıp durdu, duruyor. Bu arada, özellikle egemenlik ve bağımsızlık kuramlarının çağdışı kaldığına, insanlığın evrensel değerlere sahip bulunduğuna, ancak bu ‘evrensel’ değerlerin yalnızca kendilerininki olduğuna, küreselleşildiğine, uluslararası serbest piyasa ekonomisinin demokrasinin önkoşulunu oluşturduğuna, sömürdüğü ülke insanlarını koşullandırdı, koşullandırıyor. Emperyalizm için en sakıncalı şey, sömürdüğü ülke halklarının ulusal bilincine ulaşmalarıdır.

“Demek ki, antiemperyalist olabilmek için önce ‘ulusçu’ olmak gerekir. Mustafa Kemal’in ulusçuluğunun en belirgin yönü de budur. Bu yüzdendir ki, Türklerin düşmanları ‘Atatürk İlke ve Devrimleri’ne savaş açmış bulunuyorlar.

“Kimileri, ‘artık emperyalizm öldü, ortadan kalktı, dünkü emperyalist devletler bugün artık tüm insanlığın özgürlüğü ve mutluluğu için çaba gösteriyorlar. İşte Avrupa Devletleri, bu nedenledir ki bizde insan halklarının gözeticisi ve denetleyicisi olmuş bulunuyor’ diyorlar. Böyle diyenler, şu küreselleşme lafı ortaya atıldığından beri sözümona o eski emperyalist devletlerin neden bir kat daha zenginleştiğini, dünyanın geri kalan halklarının da yoksulluğunun bir kat daha arttığını, zahmet edip bir düşünüversinler!

“Şimdi, kimileri de ve evet özellikle kimi sosyalistler, antiemperyalist ulusçuluğa ‘Evet’ diyorlar da bunun aşırısına ‘Hayır’ diyorlar. Yani, işin dozu kaçıyormuş! Ne saçmalık! Ülkemi, ülkemin insanlarını sevmenin, bu insanların ne dış ne de onların işbirlikçisi çıkar çevrelerince sömürülmeden ve bağımsız olarak, özgürce yaşamalarını istemenin azı iyi de, çoğu mu kötü? Evet, bu anlamda aşırı ulusçu olmak gerekir. Çünkü bu ülkenin insanlarının hiç sömürülmeden, tam bağımsız olarak, sınırsız mutluluk içinde yaşamaları kişinin ideali olmalıdır. Çünkü, birazcık sömürülerek, eksik bağımsız olarak, mutlu olmak istemini sınırlı tutarak yaşamayı istemek için insanın birazcık tuhaf olması gerekir”[3]

Bu ‘tuhaf’ diye nitelendirilebilecek insanlar, başka deyişle sözde aydınlar, en çok Dışişleri Bakanlığı mensupları arasından çıkardı. Şimdi en çok hukukçular, üniversite ve medya mensupları arasından çıkıyor. Gece-gündüz yazıp çizerek, televizyonlara çıkarak etki alanlarını genişletiyorlar.

Prof. Dr. Suna Kili, Siyasal Bilim Büyük Ödülü’nü de kazanan eserinde konuya çok boyutlu olarak yaklaşıp, şöyle diyor:

“Atatürkçülük, özde ulus-devleti benimser. Küreselleşme kendi amaçlarına ulaşmada en büyük engel olarak ulus-devleti görür. Küreselleşme yandaşları bu nedenle Atatürk’e, Atatürkçülüğe karşıdırlar. Aslında ne Atatürk ve ne de Atatürkçü düşünce sistemi uluslararası diyaloğa, uluslararası işbirliğine karşıdır. Bir ulus, bir devlet, teslim olmadan da uluslararası işbirliğine girebilir.

“Küreselleşme, sanki yeni bir olgu, yeni bir siyasa olarak öne sürülüyor. Gerçekte küreselleşme, temelinde 19. yüzyıl emperyalizminin günümüz koşullarına uydurulmasıdır.

“Küreselleşmenin amacı olan devletin elini tümüyle ekonomiden çekmesi, devletin küçülmesi, gelişmekte olan ülkelerdeki işçinin, memurun ücretlerini düşürücü, yoksulluğu pekiştirici nitelikler taşımaktadır. Böyle bir siyasa, büyük bir anamal (kapital) ve teknoloji birikimi olan ülkelerin yararına işler. Ancak o ülkelerin işçi sınıfının, halk sınıfının da küreselleşmeden olumsuz etkilendiğini görüyoruz.

“Küreselleşme gelişmiş ekonomilerin, gelişmiş teknolojilerin çağrısıdır. Şimdiki uygulanmasıyla küreselleşmenin getirdiği sistem zengin devleti, ‘zengin’i koruyor. Atatürkçü düşünce sistemi zengine karşı değil; ancak, yalnızca ‘zengin’i sevmiyor; tüm insanları, insanlığı seviyor. Aslında Atatürkçülük, küreselleşme siyasalarının temelinde yatan yapay bir dünya görüşü değil. Çünkü, insancıl ve özde ‘mazlum insanı’, ‘mazlum ulusu’ kucaklayan Kemalist bir görüş.

“İçte ve dıştaki çıkar çevreleri, küreselleşme kılıfı içinde, ülkemizde yürütmek istedikleri emperyalist amaca en büyük engel olarak Atatürk’ü, Atatürkçü düşünce sistemini görmektedirler. Çünkü Atatürk, Atatürkçülük, Atatürkçü düşünce sistemi ulus-devletçidir. Türkiye Cumhuriyeti kökenindeki Atatürkçü, insancıl, çağdaşlaştırıcı ulusçuluk, onların oynamak istediği oyuna en büyük engeldir.

“Küreselleşme yandaşları ve Cumhuriyetimizi numaralayanlar, Atatürkçü düşünce sisteminden kurtulmak istemektedirler. Cumhuriyetimizin düşünsel kökenini, Atatürkçülüğü devre dışı bırakmanın yolunu, Cumhuriyetimizi numaralayarak gerçekleştirmek isteyenleri desteklemek, küreselleşmeyi tümüyle benimsetmek amacındaki ülkeler için yeterli bir girişim değildir. Çünkü bu gruplar, sayılarını da geçen ölçüde etkinlik sahibi olmalarına karşın ‘taban’ konumunda değillerdir. Onun için ‘ılımlı islam’ olarak tanımlanan bazı tarikatlar ve bu tarikatların önderleri desteklenmektedir. Ve onun için bir çok konuda ‘ılımlı islam’ tanımı verilen bu siyasal amaçlı kesim ile ‘ikinci cumhuriyet’ savında olanlar ve küreselleşme yandaşları dirsek teması içindedirler.

“Dini siyasal amaçla kullananların tabana, halka inme olasılıkları vardır. Bu nedenledir ki, bu çağdışı grupları destekleyerek, onların ‘takıyye’ amacıyla öne sürdüğü bazı sözleri öne sürerek laik, ulusal, çağdaş ve çağdaşlaştırıcı Atatürkçü düşünce sistemini devre dışı bırakmak amaçlanmaktadır. Ulus- devleti benimseyen ulus-devlete dayanan Atatürkçü düşünce sistemini, ulus-devletin varlığını sorgulama durumuna gelmemiz, ‘rejim’ tartışmalarına girmemiz amaçlanmaktadır. Çünkü, siyasal amaçlı islamda ulus bilinci yoktur; cemaat ve ümmet anlayışı egemendir. İşte tam bu aşamada, siyasal amaçlı islam ile küreselleşme siyasaları ve Yeni Dünya Düzeni savları kesişmektedir. Çünkü bu siyasaları güdenlerin bazı ortak görüşleri ve ortak çıkarları vardır. Güttükleri siyasaların gerçekleşmesi için ulus-devletin, ulusal kimlik bilincinin ortadan kalkması gerekmektedir. İşte bu temel nedenden ötürü siyasal İslamcılar, Cumhuriyetimizi numaralamaya kalkışanlar ve denetimsiz küreselleşme yandaşları Atatürk’e, Atatürkçü düşünce sistemine karşıdırlar. Çünkü Atatürkçü düşünce sistemi ulus-devleti, çağdaşlaştırıcı, akılcı ulusçuluğu benimser ve ulusal kimlik bilincinin güçlenmesini amaçlar.

“Bu bağlada üzerinde önemle durulması gereken bir başka sorun da, ulusal kimlik bilinci konusunda yaşadığımız çelişkilerdir. Ulusal kimlik bilinci sorununu çözememiş bir toplum çağdaşlaşamaz. Atatürk döneminde tutarlı, ulusal ve laik bir eğitim siyasası nedeniyle ulusal kimlik bilinci, çağdaşlık doğrultusundaydı. Yaklaşık elli yıldır, özellikle son yıllarda ulusal kimlik bilinci, Tükiye Cumhuriyeti yurttaşı olmak bilincinin yerine Dinci-İslamcı bilinç, ulusçuluğun yerine ümmetçiliğin konulmasını isteyen çevreler güçlenmiştir. Öte yandan küreselleşme yandaşları ve ikinci cumhuriyetçiler, Atatürk’ün çağdaşlaştırıcı ulusçuluk, ulusal kimlik bilinci anlayışını yadsımaktadır.

“Atatürk, Yugoslavya’da Tito’nun yaptığının tam aksini, ‘ayrılıkları’ değil, ‘benzerlikleri’ kurumsallaştırmıştır. Atatürk, ulusal kimlik bilincini yaşamış ve yaşanmakta da olan ‘ortak tarih’, ‘ortak kültür’ paydasına dayandırmıştır. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yurttaşlığını ‘birleştirici’, ‘bütünleştirici’ bir öğe olarak benimsemiş ve benimsetmiştir. Bu akılcı, birleştirici, çağdaş ulusal kimlik bilinci, tüm karşı-devrim çabalarına karşın yaşayacaktır.

“İşte bu nedenlerle, tüm Atatürkçüler laik, demokratik, toplumsal ve hukuksal, Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelen bu gelişme, etkileme ve yönlendirmeler karşısında Atatürk’ün Cumhuriyetini, Atatürk devrimini, Atatürkçülüğü, sonsuza değin yaşatmak için savaşım vermelidir. Bu hem görevimiz, hem de devlet olarak, ulus olarak, birey olarak geleceğimizin, çağdaş uygarlık düzenine ulaşmamızın güvencesidir” [4]

Cumhuriyetimizin içimizdeki ve dışımızdaki düşmanlarının kimlerden oluştuğunu, kimlerin emperyalizmin amaçlarına bilerek veya bilmeyerek yardımcı olduğunu, başka bir deyişle çok etkili emperyalist güçlerin ülkemizdeki arka bahçesini iyi tanımadan, bu güçlerle mücadele edemeyiz, ülke bütünlüğünü koruyamayız, işsizlik, fukaralık, onursuz bir yaşam kaderimiz olur.

Kanatimce söz konusu “Arka Bahçe”yi oluşturan güçler beş grupta toplanmaktadır:

1. Yerli İşbirlikçiler (Yerli Misyonerler)

Fransa Maliye Bakanlığı Müşaviri ve 1889 yılında Osmalı Devleti’nden alacağı olan devletlerin Hesap Komisyonları Başkanı Daniel Ducoste, yazdığı bir kitapta şu öneride bulunuyor:

“Türkiye, ekonmik bakımdan tam bir perişanlık manzarası arz etmektedir. Türklerin özvarlıkları, iki asırdan bu tarafa sürekli şekilde imparatorluğun Türk olmayan unsurlarla meskün bölgelerine akmaktadır.

“Bu büyük bir avantaj ifade teşkil eder. Zira imparatorluğun çekirdeği olan Anadolu, bu suretle her gün daha gayri iktisadi şartlara mahkum olmaktadır.

“Şimdi, Türklerin borçlanmalarının hızla gelişmekte olduğu bir dönem yaşanmaktadır. Ancak, ortalama yirmi beş yıl sonra, bu borçlanmaların Osmalı bünyesinde mualifleri çıkacak ve gerek alacaklar, gerekse borçlar ve faizleri tehlike içine düşmüş olacaktır.

“O halde, Osmalı maliyesi, ekonomisi ve servetleri hukukundaki kararlılığımızı müdafaa edebilecek Türk yöneticilere ihtiyacımız olacaktır.

“Ben bu ‘Yerli Misyoner’lerin, bizlerden ve siyasi ve benzeri baskılardan çok daha müsbet sonuçlar vereceği kanaatindeyim!

“Bunlar, onlara (Osmanlılara) kendi dilleri, kendi ikna metodları ile hitap etmek imkanını bulacaklardır ki, hiç değilse alacaklarımızın bir veya iki yüzyıllık teminat unsurlarından birisi meydana gelebilmiş olsun” [5]

Daniel Ducoste’nin önerilerinin üzerinden bir asırdan fazla geçti. Şunu kesnlikle bilelim ki, yalnız yöneticilerimiz arasında değil, medyada, hukukçularımız arasında, özellikle üniversitelerimizdeki öğretim görevlileri arasında, Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğundan yüzlerce defa fazla söz konusu “yerli misyonerler”imizden var.

Bunları ayırt etmenin yolu basit: Bir yöneticiyi, bir hukukçuyu, bir medya mensubunu, bir yazarı veya bir sözde bilim adamını; hem yabancı devlet büyükelçileri, hem bölücülük yandaşları, hem siyasal islamcılar, hem ikinci Cumhuriyetçiler, hem sözde İnsan Halkarı Dernekleri beğeniyor ve övüyorsa, bilin ki o bir “yerli misyoner”dir veya bilerek veya bilmeyerek onların amaçlarına hizmet ediyordur. Aynı kişiyi siz de beğeniyorsanız, bilin ki onlar sizi bile etkilemeyi başarmışlardır. “Atatürkçüyüm” diyorsunuz samimiyetle, ancak Atatürkçülüğü anlamaya bile başlamanın ne kadar uzağında olduğunuzu bir bilseniz; sizi bu hale getirenlerden bizden çok nefret edersiniz.

2. Küreselleşme Yandaşları

Bu yazıyı okuyanların ‘küreselleşme’ konusunda yeterince bilinçli olduğunu sanıyorum. Onun için sözü fazla uzatmayacağım. Ancak geçen hafta gerçekleşen bir olaya değinmekle yetineceğim.

17 Ekim 2001 günü Almanya’nın Daimler-Benz firmasının eski başkanı Edzard Reuter, Sabancı Üniversitesi öğrencilerine ‘küreselleşme’ konusunda bir konferans verdi. Bu konferans Güngör Uras tarafından şöyle değerlendirildi:

“Reuter’e göre, ‘Küreselleşme’ iyi şey, hoş şey de sadece büyümeyi, sadece güçlenmeyi, sadece halka büyük kazancı hedef alan, her türlü değer yargısını bir yana iten toplumsal ihtiyaçlara, ahlaki değerlere önem vermeyen, fakir ile zengin arasındaki uçurumun derinleşmesine yol açan küreselleşme nereye kadar gider.

“Reuter, küreselleşme hareketi sonucu ekonomik ve parasal gücün belli ellerde toplanmasına, birleşmeler ve satın almalar yoluyla büyüyen az sayıda şirketin dünyaya hakim olma durumuna karşı şu uyarıyı yapıyor: ‘Son yirmi yılda tüm dünyada üretim ortalama %8 dolayında büyüdü. Ama aynı dönemde bazı şirketlerin piyasa değerinde %1000 artış görüldü. Bu artış, dünya nimetlerinin belli şirketlerin ve bu şirketlerin hisse senetlerine sahip olanların eline geçtiğini gösteriyor. Bu gelişme sonucu zengin ile fakir arasındaki uçurum büyüyor. İşsiz sayısı bugüne kadar görülmemiş büyüklüğe ulaştı. Yarım milyar kadın ve erkek, günde iki doların altında bir gelir ile yaşamaya çalışıyor:’”

“Reuter’e göre, ‘Kuralsız ve sınırsız bir küreselleşme hareketi dünyada fakirliği, huzursuzluğu artırmakla kalmayacak, insani ve kültürel değerleri de yok edecek...’ Ve de böyle giderse, Karl Marx ile Friedrich Engels’in ‘1848 Komünist Partisi Manifestosu’nda yer alan bekleyişleri bir gün gerçekleşecek.

“Manifesto’ya göre, ‘...’ ekonomideki krizler, sermaye birikimlerindeki tırmanmanın sonucu ortaya çıkar. Üretim gücü az sayıda sermaye elinde toplandığında bu kesim zenginleşirken, emekçi durumundaki tüketiciler fakirleşir. Fakirleşen tüketicinin satın alma gücü (talebi) küçülünce kriz çıkar. Kriz küçük ve orta üreticiyi de iflasa sürükler. Böylece kriz, büyük sermayenin devleşmesinin yolunu açar. Fakat, ekonomik faaliyetlerin az sayıdaki dev şirketlerin eline geçmesi, ekonomiye az sayıdaki şirketin hakim olması “kollektifleşme’yi kolaylaştıracak bir gelişmedir. Bu şirketlerin sermayelerini oluşturan pay senetlerinin az sayıdaki kapitalist burjuvanın elinden alınarak millete devredilmesi kolay bir iş olacaktır. Böylece burjuva toplumunun yerini, halkın her ferdinin hür ve eşit gelişmesinin yolunu açacaktır.” [6]

Gençlerimiz ve aydınlarımız, Atatürkçülüğü ve Atatürkçüleri anlamak için ‘küreselleşme’ konusunda hiç olmazsa Daimler-Benz firmasının başkanlığını yapmış kişi veya ekonomi yazarlarının duayeni kabul edilen, özel sektör yöneticilerine yakınlığı bilinen Güngör Uras kadar bilinçli olmalıdırlar.

3. Avrupa Birliği’ne Kolaylıkla Girebileceğimize Halkı İnandırarak,

Emperyalist Devletlerin Her Dediğini Yapmamız Gerektiğini Savunanlar

Çeşitli konuşma ve yazılarımda, Avrupa Birliği’ne onların dediklerini yaparak girebileceğimize inananları “Artist yapılacağı inancıyla kandırılmış kızlar”a benzetmiş, bunun nedenlerini, “Militan Demokrasi” adlı eserimde delilleriyle açıklamıştım. Yazımı fazla uzatmamak için bu konuya burada değinmeyeceğim.

4. “Batılılaşma”nın, Ancak Batılı (emperyalist) Devletlerin Her Dediğini Yaparak

Ve Onları Taklit Ederek Gerçekleştirilebileceğine  İnanan Ve İnandıranlar

Atatürk, Batılı devletleri çok iyi tanıdığı için, onlarla araya daima mesafe konulması gerektiğini ve onların Türkiye üzerindeki değişmeyen ve değişmeyecek olan emperyalist emellerini en iyi bilen kişiydi. Bu nedenle Atatürkçülük Batılı (emperyalist) devletlerin koyduğu engelleri aşarak gerçekleştirilebilecek bir kalkınma ve çağdaşlaşma hareketidir.

Bu konuda, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı günden ölünceye kadar söylediklerine göz atarsak, görüşümüzde ne kadar haklı olduğumuz kolaylıkla anlaşılacaktır sanıyorum:

“...Kurtuluş yolu arayanlar, İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemeyi düşünüyor. Bu devletlerden yalnız biriyle başa çıkılamayacağı tüm kafalarda yer etmiş.

“...Büyük devletler, şimdiye kadar bize şu veya bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor gözüküyorlar, oysa ekonomik tutsaklıkla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim haklarımızı tanımış gibi bir durum alırlar, gerçekte, ekonomide elimizi, kolumuzu bağlarlardı. Bu tutsaklığa katlanan devlet ileri gelenleri hoşnuttu. Çünkü görünüşte azametli bir istiklal sağlamışlardı. Fakat gerçekte, ulusu manen yoksulluk çukuruna atmışlardı. Bunlar, ekonomik mahkûmiyeti kavrayamamış bedhahtlardı.

“...Milletimizin temel yararı ile ilgili konularda, yabancıların bizce hiçbir önemi yoktur. Biz gidişimizi, yabancıların görüşlerine uydurma güçsüzlüğünü kötü görenlerdeniz.

“...Ulusumuzun kabahati, efendiler, merkezi hükümetin icraatıyla Avrupa’nın namusuna aşırı güven göstermiş olmasıdır. İşte bu kabahatten dolayı kendi kıymetini, niteliğini, erdemlerini unutturmak derecesine düşmüştür.

“...Hangi istiklal vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin.

“...Tanzimat döneminden sonra, devlet ecnebi sermayesinin jandarmalığını yapmaktan başka bir şey yapmamıştır. Artık her uygar devlet gibi Yeni Türkiye de bunu kabul edemez. Burası emir alma ülkesi değildir.

“...Kurtuluş Savaşı için, ilkbahara kadar, üç ay içinde gerekli silahları elde edemezsek diplomasi kanallarıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki, Batı’yla uyuşma Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelir.

“...Eğer ‘yabancı düşmanlığı’ndan, o kadar pahalı elde edilen bağımsızlığa gölge düşürebilecek her şeyden nefret etmek anlamı çıkartılırsa, evet bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir... Yabancı girişimcilerin, yabancı amaçlarının içimizde uyandırdığı kaygılar, bütünüyle ortadan kalkmış değildir. Eğer bazen ihtiyatlı hareket ediyorsak, aşırı derecede kuşkulu davranıyorsak, bize çok pahalıya mal olan özgürlüğümüzü kaybetmek korkusundandır.

“...Devrimler sadece başlar, bitişi diye bir şey yoktur... Bu memlekette çalışmak isteyenler, bu memleketi yönetmek isteyenler, ülkenin içine girmeli ve milletle aynı şeyi yaşamalı ki ne yapmak gerektiğini ciddi olarak anlayabilsinler... Hiçbir ulus başka bir ulusun taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir ulus, ne taklit ettiği ulusun aynı olabilir; ne de kendi ulusu dahilinde kalabilir. Bunun sonucu kuşkusuz ki hüsrandır.

“...Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve müreffeh (gönençli) olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde uşaklıktan öte bir gözle görülmeye layık olamaz. Oysa, Türk Ulusu’nun onur ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyle ise ya bağımsızlık, ya ölüm. İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır.”

Atatürk bunları söylemiş. Siz bu konuda farklı mı düşünüyorsunuz? Ne olur “Atatürkçü” olduğunuzu iddia etmeyin. Gerçek Atatürkçülere en çok gereksinim duyduğumuz şu günlerde, Atatürkçülüğe gölge düşürmeyin, sizden başka ihsan beklemiyoruz.

5. Sözde Demokratlar

19 Mayıs 2000 tarihinde Samsun’da yaptığım bir konuşmada şöyle demiştim.

“Eskiden komünistler kendilerini demokrat olarak nitelendirirlerdi. Şimdi cephe genişledi. Akın Birdal da demokrat, Abdullah Öcalan da demokrat, Şevki Yılmaz da demokrat, ikinci Cumhuriyetçiler de demokrat, yabancı devletlerin içimizdeki tüm işbirlikçileri de demokrat ve müthiş bir dayanışma içindeler. O güzelim ‘demokrat’ sözcüğü, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının kamuflajı haline getirildi. Ama bunu gerçek Atatürkçülere yutturamazlar.

Tanıdığım en demokrat kişi olan Ahmet Taner Kışlalı’yı bile “Ben Demokrat Değilim” demek zorunda bıraktılar. Kışlalı bu husustaki gerekçesini şöyle açıklamıştı:

“...Eğer Çiller’ler, Birdal’lar, kara kitapların yazarları, numaralı cumhuriyetçiler ‘demokrat’ ise...

Ben demokrat değilim!

Eğer demokrasinin olanaklarını demokrasiyi yıkmak için kullananlar demokrat ise... Eğer dinin siyasetini ve ticaretini yapanlar demokrat ise...

Ben demokrat değilim!

Eğer yalancıları, hırsızları, Türkiye’nin düşmanlarınca beslenenleri, çeteleri koruyan düzenin adı demokrasi ise... Eğer demokrasi buysa...

Ben demokrat değilim!

Eğer demokrasi adına Cumhuriyet’in temellerine kazmayı vuranlar demokrat ise...

Ben demokrat değilim!

Ve onların ‘demokrat’ yaftasını (etiketini) taşıdıkları bir yerde, ben demokrat olmak istemiyorum...

Çünkü onlarla aynı sıfatı taşımaktan utanıyorum!”

Böylece Kışlalı’nın ruhunu da şad etmiş olduk.

Bunca engele rağmen kendisini “mücadeleci Atatürkçü” olarak nitelendirebilenlere ve bilinçli olarak öyle kalabilenlere benden selam olsun.

[anasayfa][forum]