Derin Devletin Tarihçesi        

1950'de başlayan “Küçük Amerika” süreci bana göre 27 Mayıs 1960'da bir süre kesintiye uğradı. O zamanki bildirilere göz atıldığında NATO'ya ve CENTO'ya sadık olunduğu söyleniyordu ama kanımca 27 Mayıs Devrimcilerinin başka da seçenekleri bulunmuyordu. Bununla birlikte 27 Mayıs idaresi Kore'deki birliği geri çekti. Bu olay nedeniyle ABD olumsuz tepki gösterdi. ABD yetkilileri bu olayı içlerine sindiremediler. Bütün baskılara karşın, o günkü yönetim kararından dönmedi. Dolayısıyla ABD başından beri 27 Mayıs'a karşı oldu.

Aslında özel savaş yöntemlerini kuramlaştıran ve bağlaşıklarına ithal eden ABD, kendi çıkarları gerektiğinde destabilizasyon ve demagnetizasyon yöntemleriyle darbeleri yönlendirmeye devam edegeliyordu.

27 Mayıs, bir anlamda dipten gelen bir dalga olduğu için, ABD'nin denetimi dışında kalmış olması olgusu bile ABD'nin 27 Mayıs'a karşı olması için yeterli bir gerekçe sayılabilir. Bu nedenlerle ABD, 27 Mayıs'a, onun getirdiği Anayasa'ya ve 27 Mayıs sonrasındaki sürece karşı oldu. Bu nedenle devrimle birlikte karşıdevrim süreci de başlamış oldu.

Bu süreç içinde tasfiyeler de birbirini izledi. 1960'da başlayan Türk Silahlı Kuvvetleri'nden (TSK) tasfiye süreci, 12 Mart 1971 muhtırasal darbesinden sonra ivme kazandı. 1980 12 Eylül darbesiyle bir daha ivme kazandı. Bu dönemde, özelikle TSK'den gerçek Atatürkçü, ulusal bağımsızlıkçı gruplar elendi. Bu “Küçük Amerikalılaştırma” sürecini aynı zamanda sömürgeleştirme süreci olarak algılıyorum.

1960 yılında 42 sayılı kanun çıkmıştı. Bu kanunla yönetim 5 yıl süreyle, TSK içerisinde, istediği kişiyi emekliye ayırıyordu.

Tasfıyeler Süreci

27 Mayıs'tan sonra 42 sayılı kanun gereğince binbaşı dahil daha üst seviyede bulunan bütün subaylardan kendi istekleriyle emekli olmak istediklerine dair birer dilekçe vermeleri istendi. Eğer dilekçeyi verirseniz, yönetim emekli edildiğinizde size çift ikramiye vermeyi öneriyordu. Eğer dilekçe vermezseniz, emekli edildiğinizde alacağınız ikramiye tek olacaktı. Böylesine de özendirici, o günün koşullarında yadsınamayacak ölçüde parasal bir yeğlemeyle karşı karşıya bırakılmıştık.

27 Mayıs'tan sonra İskendurun 39. Tümen Harekat ve Eğitim Şube Müdürlüğü'ne vekalet ediyordum ve kurmay binbaşıydım. Birgün tümen kurmay başkanı kurmay albay beni odasına çağırdı. Odada birkaç subay daha vardı. Bana hitaben:

“Binbaşım, kolordumuz bölgesinde emeklilik dilekçesi vermeyen tek kişinin siz olduğunu biliyor musunuz?” şeklinde bir soru yöneltti.

“İlk defa sizden duyuyorum.” şeklinde yanıtladım. Kurmay başkanı tehdit dozajını biraz daha artırarak:

“Yani siz bu davranışınızla MBK'nın davranışını tasvip mi etmiyorsunuz?” dedi.

O dönemde MBK'nın icraatına karşı çıkmak ertesi gün kendinizi sokakta bulmakla eşanlamlıydı. Kurmay başkanına yanıt olarak duraksamadan:

“Evet, kendi adıma tasvip etmiyorum. Dilekçe vermeyeceğim. Eğer TSK adına faydalı bir unsur değilsem, tek ikramiye alarak emekli edilmeyi yeğlerim çünkü 36 yaşındayım, mesleki kariyerimin en üst noktasındayım, bu durumu bir ikramiye uğruna kendi rızamla bana kimse kabul ettiremez.” dedim ve ayrıldım.

42 sayılı kanuna dayanarak 238 general ve 5 bin kadar subay bir gecede emekli edildi. 2. Dünya Savaşı nedeniyle TSK'nın kadroları şişmişti. Generallerin tasfiye edilmesinin nedenini, 'eğer bu generaller Demokrat Parti'ye (DP) bu derece uşaklık yapmasıydı, 27 Mayıs'a gereksinim kalmazdı' diye açıkladılar.

Hatta o zaman sıfır general diye bir tartışma oldu. Fakat ne yazık ki bu gerçekleşemedi. 19 general kaldı. Kanıma göre hepsini yakından tanıdığım bu 19 generalin en iyileri olduğu söylenemez. MBK, kendisine itaat edecek ve tehlikeli olmayacak kişileri bırakmayı yeğlemişti. Daha sonraki süreçte bu generallerin bir çoğu karşıdevrimci saflarda yer alıp, olayları yönlendirdiler.

Bu yasa iki taraflı çalıştı ve tabii haksızlıklar da oldu. Kalan 5 yıllık süreç zarfında ilerici, Atatürkçü, devrimci, ulus devletçi kişiler tasfiye edildi. Onlardan biri de benim. 1964 yılında 42 sayılı kanun gereğince emekli edildim. Emekli edildiğim vakit emrimdeki kurmay subayların kıdem bakımından birincisiydim.

27 Mayıs'tan sonra hemen başlayan karşıdevrim sürecinde devrimden hoşnut olmayanlar, iktidarı ele geçirdiklerinde tasfiye edilen general ve subayların sanki DP yandaşı olduğu için görevlerinden ayrıldıkları anlayışını kendi çıkarlarına uygun buldular. Olabildiğince bu kişileri bürokrasi ve politikada etkin konuma getirerek TSK içindeki dalgalanmalara neden oldular. Bu arada Süleyman Demirel'in Başbakanlık dönemlerinde 42 sayılı kanunla tasfiye edilen subaylara parasal hatta rütbesel ayrıcalıklar tanıyan ek yasalar çıkartarak bu grubu sempetizan olarak elde tutmayı yeğlediler. Örneğin ek yasaların bir maddesinde “... bu yasa 1961 yılının ekim ayına kadar emekli olanlar için geçerlidir.” kaydı düşülüyor, bu suretle Adalet Partisi kendinden yana saydığı 5 bin emekli subayı kollarken, 1961-1965 yılları arasında 42 sayılı kanunla emekli edilen kendine karşı saydığı, TSK içindeki devrimlerde yer almış bir kaç yüz subayı hak dışı bırakarak, Anayasa'nın eşitlik ilkesini futursuzca çiğniyordu.

Örneğin 1960 yılında 42 sayılı yasa gereğince binbaşı rütbesinde emekli olan bir kişi, bugün albay maaşı almaktadır. Buna karşın aynı yasayla emekli edilen ben, onlardan hem bir rütbe fazla hem de dört yıl daha çok hizmetim olmasına rağmen emekli yarbay maaşı almaktayım. Parasal olayı hiçbir zaman sorun yapmadım. Örneği vermekteki amacım karşıdevrimcilerin yasaları ilkel öç alma duygularına nasıl alet ettiklerini vurgulamaktır.

Dickson Raporu diye bir rapordan söz edildi. Haydar Tunçkanat [1] açıklamıştı Cumhuriyet Senatosu'nda. O Dickson Raporu'nda tasfiye edilecek kişilerin isimleri vardı.

Silahlı Kuvvetler'deki en büyük tasfiye 22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963 olayları bahane edilerek yapıldı. Hatta 21 Mayıs olayı, daha evvelden hükümetin haberi olduğu halde önlenmemiştir ki, tasfiye yapılabilsin. Bu hususu Suphi Karaman Cumhuriyet Senatosu konuşmalarında açıkça dile getirilmiştir. 22 Şubat dönemindeki tasfiyede beni de emekliye ayırmak istediler. Ancak Milli Savunma Bakanlığı Özel Kalem Müdürü olduğum için Bakan İlhami Sancar karşı çıkmış ve “Bütün silahlı kuvetlere imza atarım, Talat Turhan'a atmam. Bu bana karşı ayıp değil mi? Bana sormadan, benim en yakın adamımı nasıl emekliye ayırırsınız?” demiş. Nihayet pazarlık sonucu Afyon'a sürgün edildim. Afyon'da da peşimi bırakmadılar.

Daha sonra 21 Mayıs'ta 1459 Harp Okulu öğrencisi tümüyle TSK'dan atıldı. Harekete katılan 150-200 subay da tasfiye edildi. Bu meyanda iki arkadaşımız da ne yazık ki hayatlarını kaybettiler. Talat Aydemir, Fethi Gürcan…

Sonra 70'li yıllara geldik. 1969'da Hava Harp Okulu'nda, sol bilinç yönetimi rahatsız etmişti. Kütüphanelere ajanlar koyuyorlar. Hangi kitabı kimin okuduğunu saptıyorlar. Ona göre de ideolojisini tespit ediyor, sonra da izlemeye alıyorlar. Hava Harp Okulu kütüphanesine de ajan koymuşlardı ve de kütüphaneyi de sol kitaplarla doldurup tuzak kurmuşlardı. Kütüphanede mini etekli, güzel bir genç kız sahneyi tamamlıyordu. Genç çocuklar oraya gidiyorlardı. Bol bol sol kitap alıyorlar, bir yandan da fişleniyorlardı.

Bu genç subaylar “Gök Senin” diye bir kitap çıkardılar. Bu yapıt aslında bir yıllıktı. Ama hiç alışılmamış bir türden. Birinci sayfası Hava Piyade Yüzbaşı Salih Zeki Yılmaz'ın “İsyan” isimli şiiriyle başlıyordu. İkinci sayfası “Genç Kemalistler Marşıyla” sürüyordu. Benim yargılandığım davanın da ismi Genç Kemalistler Davası. Daha sonra genç hava subayı olan bu kişilerin çoğu, THKP-C davası sanığı yapılmak suretiyle elendiler. Hv. Teğmen Saffet Alp de onlardan biriydi; Kızıldere'de öldürülen Saffet Alp.

Hava Kuvvetleri'nden önce, Deniz Kuvvetleri subayları ki onlar da biraz sol bilinç sahibi olmuşlardı, “69'lar Bildirisi”ni yayınladılar. Bu sefer bu bildiri bahane edilerek 12 Mart döneminde 84 sanıklı bir dava sanığı yapılarak TSK'dan uzaklaştırıldılar. Bu süreç antikomünizm histerisine tutulmuş karşıdevrimci güçlerce sürdürüldü.

Karşıdevrim bugün çok ileri bir noktada bulunuyor. Görevimiz çok büyük, çok güç, çok zorlu. Bugün her zamandan daha çok Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi ve Bursa Nutku'ndaki önerilerini rehber edinip, anımsamamız gereklidir diye düşünüyorum...

Devleti ve Ülkeyi kimler yönetiyor ve yönlendiriyor

Türkiye'de yıllardan beri yönetim tartışılıyor. 1987 yılında bir bakan “İç politikayı, dışarıdan esen rüzgarlar yönlendiriyor” [2] diyor. 1990 yılında Necmettin Erbakan ise:“Türkiye'yi seçilmiş kişiler değil, başka kişiler yönetiyor...”[3] diyor. Süleyman Demirel 1993 yılında “Bu memleketi IMF mi yönetiyor?” [4] diyor. Bir gazetede yayınlanan 1994 yılında yapılan bir ankette % 68 yabancı devlet, % 64 işadamları, % 44 büyük şirketler, % 36 partiler, % 34 tarikat, % 32 MİT, % 26 hükümet, gazete, televizyon % 22, başbakan % 18, cumhurbaşkanı % 17, mafya % 15, aşiretler % 8. [5] Bu tablodan çıkan sonuç Türkiye'yi yönetmek durumunda olanlar yönetmiyor. Farklı güçler yönetimi ele geçirmişlerdir.

Mahir Kaynak, 1994 yılında “İttihat ve Terakki benzeri bir örgütün Türkiye'yi yönettiğini” [6] iddia ediyor. Prof. İzzettin Önder 1995 yılında “Ülkeyi holdingler yönetiyor.”[7] diyor. Amerikalı ünlü senatör Alfonse D'amato 1995 yılında “Türkiye'yi bir haydut çetesi yönetiyor”[8] diyor. Bu demece karşı medyada hiçbir tepki görülmüyor. Amerikan Büyükelçisi Abromoviç “Türkiye'nin sorunlarını ancak devletten güçlü hükümetler çözer.” diyor. Ben, 1995 yılında bir gazeteye verdiğim demeçte “Ülkeyi istihbarat örgütlerinin yönettiğini”[9] söylüyorum. TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Başkanı Sadık Avundukoğlu 1995 yılında: “Devlette gizli örgüt yapılanıyor.”[10] diyor.

“Çağımızda iktidarlar, ulusal hükümetlerden tüm dünyaya egemen olmak isteyen çokuluslu şirketlerin ve holdinglerin tekeline geçiyor.” Bu da Newsweek'ten 1995 yılında aktarılmış bir görüş.[11] 1995 yılında Ecevit “Dışarıdan yönetildiğimizi”[12] söylüyor. Gerçekten de doğ-ru söylüyor. Ancak söylemek yetmez. Bu durumu nasıl içine sindirebiliyor? Korkut Özal: “Ülkeyi ordu, mafya, dış güçler yönetiyor.”[13] diyor. Deniz Baykal 1996 yılında “Ülkeyi çeteler yönetiyor”[14] diyor.

Bütün bu görüşlerin sonucunda gelinen noktada “Devlet üzerinde devlet”, “Karanlık güçler”, “Güç odakları”, “Milli Güvenlik Kurulu”nun ülkeyi yönettiği kanısı yaygınlık kazanıyor. Bugünkü tanımlamasıyla da “Derin Devlet” yönetiyor kanısı ağırlık kazandı.

Türkiye'yi bu noktaya Demokrat Parti (DP ) ile başlayan süreç ile 12'li Darbeler getirdi. Şimdi çok yakın bir tarihte 12 Mart döneminin Kültür Bakanı Talat Halman anıları bir gazetede[15] yayınlandı. Halman diyor ki; Memduh Tağmaç'a - o dönemde cunta lideri - “Tiyatrolarımızdan, kültür hizmetlerimizden TSK'yı yararlandıralım”. Memduh Tağmaç'ın yanıtı: “TSK'nın kültüre ihtiyacı yoktur.” Bu yanıt 12 Mart yönetiminin faşizan anlayışını çok açık ortaya koyuyor. Bir anlamda kültürle kültürsüzlerin çatışması. Karanlıkla aydınlığın çatışması.

Memduh Tağmaç 1969 yılında yeni Genel Kurmay Başkanı tayin ediliyor. Ve NATO'ya gitmesi lazım fakat oraya gitmekten korkuyor. Ve ilk defa bir Genelkurmay Başkanı NATO toplantısına katılmadı. O dönemde bir general 5 aylık bir çalışmasının ürününü koyuyor. “Ege'deki dengeler değişmiştir. NATO'ya gidildiği zaman Türk tezini şu şekilde savunun.” Fırlatıyor dosyayı atıyor. “Benim bulunduğum dönemde Amerikalılarla itilaf olmayacak...”[16]

İşte Türkiye böyle kafalarla bu noktaya geldi. Şimdi 12 Mart dönemi iktidarın onursuzluğunu belirten bir örnek daha vermek istiyorum. Nihat Erim - o dönemin başbakanı- Atilla Karaosmanoğlu'nu bakan seçmek için Amerika'dan izin istiyor.[17] Bugünlerde Cüneyt Arcayürek'ün bir yapıtı yayınlandı. Bu yapıtta, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu'yu Dışişleri Bakanı yapmak için Amerika'dan müsade alıyor. Böyle onursuz bir politikanın, böyle onursuz iktidarın tabii Türkiye'yi getirdiği nokta bugünkü noktadır.

Amerikan Emperyalizminin Türkiye ve Kurtuluş Savaşı’na Bakış Açısı

“Büyük dost”, “büyük müttefik” ABD'nin, Türkiye'ye, Kurtuluş Savaşı'nda bakışlarına göz atmak istiyorum.[18] Başkan Wilson 5 Ağustos 1919 yılında “Türkiye haritadan silinmelidir. Türkiye'yi parça parça edelim.” Aynı tarihlerde 1920'li yıllarda İngiliz Başbakanı Lloyd George “Türkler Avrupa'dan atılacaklardır” diyor. 1922 yılında Adam Dulles “Mustafa Kemal'e karşı sert bir tutum alınmalıdır. Gelecekte istikraz için başvurabilirler. Eğer Türkiye hiçbir zafer görmeden, devletlere kafa tutmakta devam eder, kapitülasyonları kaldırır ve İstanbul'a yerleşirse, bu yalnız Ortadoğu'yu değil, Avrupa'da da barışı tehlikeye atacaktır”. 1920 yılında New York Times “Avrupa'dan süpürülen Türklerin dünya siyaset sahnesinden bir daha dönmemek üzere silinip gitmesi başlıca isteğimizdir.” 1922 yılında New York Times “Ortadoğu'daki Amerikan çıkarlarınının genişletilmesi için sınırsız fırsatlar bizi beklemektedir”. “Anadolu'daki savaşın Türklerin zaferiyle son bulması yakın tarihin en korkunç olayıdır. Korkunç Türk bütün vahşetiyle yeniden ortaya çıkmıştır.”

Bu anlayış bugün de değişmemiştir. PKK ve Ermeni olayı ya da Sevr'in önümüze sürülmesinin temel nedeninin bu bakış açısının sunucu olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye'yi en geç tanıyan ülke ABD'dir. Aslında Amerika'nın bakış açısı hiç değişmez; Amerikan çıkarından başka hiçbir ilke tanımaz. Her ülkeye ilişkin bu gözle bakar. Ama ülkeler de bağımsızlıklarını, kendi ekonomik, coğrafi çıkarlarını korumak zorundadır. İşte Küçük Amerikancılar bunu yapmadılar. Teslimiyet politikasıyla Türkiye'yi bugünkü batağa soktular. Dünün manda yanlıları iktidarlara egemen oldular. Özellikle neo-liberaller, İkinci Cumhuriyetçiler, özelleştirmeciler küreselleşmeci olarak karşımıza çıkarıldılar.

Küreselleşme gibi laflarla bana göre emperyalist bir dikta dünya egemenliğini ele geçirmek istiyor. Bu konuda yazılmış çok yazı var. Şimdi Jacques Bordist'in 1974 yılında kaleme aldığı yapıtına göre gelecekteki dünya hükümetinin amaçları şöyle olacak:[19]

- Uluslararası finans forumları

- Karşılıklı muhaceret özgürlüğü

- Gümrük engeli olmaksızın malların serbest dolaşımı

- Uluslararası ekonomik birlik

- Silahlı kuvvetlerin kaldırılmasıyla eş zamanlı olarak uluslararası bir kolluk gücünün kurulması

- Uluslararası bir parlementonun oluşturulması

- Devletlerin egemenliklerinin sınırlandırılmasıyla birlikte egemenliğin BM'ye veya uluslarüstü başka bir hükümete devri

- Belirtilen ilkelere göre bir Dünya Hükümetinin kurulması

Bunlar yavaş yavaş, ağır ağır gerçekleşiyor. Ve Paul Werberg devam ediyor :[20]

- “… Hoşunuza gitsin ya da gitmesin bir Dünya Hükümetine sahip olacağız. Tek sorun bunun işgal ile mi, gönül rızası ile mi kurulacağı sorunudur.”

Buradan çıkaracağımız sonuç, eğer bu hedeflere ulaşılırsa ulus devletlerinin sonunun geleceğidir.

Küreselleşmenin Üç Gizli Örgütü

Şimdi bu yere nasıl geldik?

Anglo-Amerikan yapıtlara da baktığımızda küreselleşeme üç gizli örgütün çabalarıyla yaşama geçiriliyor. Bu örgütler:[21]

1) Council On Foreign Relations (CFR)

2) Bilderberg Group (B.B)

3) Trilateral Comission (T.C)

Dünyayı yönetenin aslında bu üç gizli örgütün üyeleri olduğu anlaşılıyor. Bu örgütün Sezarı David Rockefeller yani dünyanın imparatoru. David Rockefeller'e bağlı örgüt üyesi üç grup var: Kuzey Amerika seçkinleri, Avrupa Seçkinleri, Japon seçkinleri. Bu oluşumun içersinde Türkiye seçkinleri yahut Türkiye'nin seçilmiş insanları Bilderberg Grubu'na üye yapılmış durumdalar. Bazı kaynaklar anılan örgütlerin açık çalışan legal kuruluşlar olduğunu savlıyorlar. Bu savın doğru olduğunu kabul edersek yanılmış olacağımızı düşünüyorum. Evet, örgütlerin üyelerinin isimleri belli. Burada açıklık var. Buna karşın örgütlerin yaptıkları toplantılar ve bu toplantılarda alınan kararlar gizli. Öylesine ki örgüt üyeleri bile bütün kararlardan haberdar edilmiyorlar. Bu bağlamda gizli örgüt tanımlaması gerçeğe uygun düşer.

Council On Foreign Relations, bir dışişleri komisyonu olarak 1921'de New York'da “siyonist, üniversal, mali sermaye oligarşisinin” önderliğinde kurulmuş. Başından beri Rockefeller ailesi bu oluşumu bu noktaya getiriyor.

1954 yılında gene CFR güdümünde örgütlenmenin Avrupa ayağı olarak Bilderberg örgütü kuruluyor. 29-31 Mayıs 1954 tarihlerinde Danimarka'nın Oosterbeek kentinde Bilderberg Oteli'nde ilk toplantısını yaptığı için bu gizli örgütün adı Bilderberg Group.

Üçüncü örgüt Trilateral Komisyon. Trilater Komisyon, adından da anlaşılacabileceği gibi üçlü komisyon. 1973 yılında üç büyük emperyalist sermaye odağını CFR güdümünde birleştirmek için kuruluyor. İçinde Kuzey Amerikalılar, Avrupalılar, Japonlar var. Bu örgüt de Bilderberg'e göre bir üst kuruluş. Birincisi CFR, İkincisi Trilateral, üçüncüsü Bilderberg. Böyle bir hiyerarşi var aralarında. Tabi oraya seçilmenin şartları var.

Halid Özkul'a göre[22] “1975 yılında Nelson Rockefeller Comission ile ABD'nin bütün istihbarat örgütleri CFR'ın denetimi altına alınıyor”. Ancak bana göre bu tespiti ABD'yle sınırlı tutarsak eksik olur. Çünkü ululararası kapitalizmin gizli örgütlerine baktığımız zaman istihbarat örgütü üst düzey yetkilileri yanında, NATO Başkumandanları ve NATO Genel Sekreterleri ve hatta Birleşmiş Milletler'in etkin görevlilerinin de yer aldığını görmekteyiz. Bu anlayışla ABD istihbarat örgütleriyle müttefik istihbarat örgütleri arasında işbirliğinin ötesinde bağlar kurulmuştur.

Küreselleşmenin üç büyük gizli örgütünün hiyerarşisine göre merkezde bulunanlara “Boğanın Gözü”[23] diyorlar. Öküzün Gözü de diyebilirsiniz. Öküzün Gözü'nde Amerikan başkanı, David Rockefeller, diğer üyeler yer alıyor. Bu gruba alınmanın ön şartı üç gizli örgüte de üye olmak. Bu kadarı da yeterli değil, bunların da arasından seçilmek gerekiyor. Amerikan başkanları değişiyor. Rockefeller ailesi her zaman Öküzün Gözü’nün içinde yer alıyor. Bütün bu oluşumdan dolayı Rockefeller için Sezar tanımlaması yerine oturuyor.

Bunlar dünyayı yönetmek için karar alan kişiler. Ve yüzde yüz küreselleşmeyi yönlendiriyorlar. Ondan sonraki halkada, iç halka denilen bir halka var. Burada da yeni dünya için çalışan idareciler ve üç büyük gizli örgütün birden üyesi olanlar yer alıyor. Ondan sonraki üçüncü halka merkez halka. Bunlar da küreselleşme olgusu için alınan gizli kararlardan yüzde 80 bilgilendiriliyorlar. Bu halkada yer alanlar iki örgüte üye olanlar. YDD'nin uygulayıcıları liderlerden seçiliyorlar. Ondan sonra dış halka var. Buradakiler dünyada olup bitenlerden yani emperyalistlerin aldığı kararların yüzde 50'sinden haberdar ediliyorlar. Bazı CFR üyeleri diğerlerini gizlemek için bu halkada yer alıyorlar.

Şimdi iç halkada bulunanlara yani Boğanın Gözü'nden sonraki halkadakilere bakalım. Yeni Dünya Düzeni (YDD) -New World Order-. Bütün bunlar David Rockefeller'e bağlı. Bütün büyük şirketler. Japon şirketleri birkaç tanesini sayalım. Bunlardan bazıları Toyota, Mitsubishi... Bu çokuluslu şirketleri tanıyorsunuz. Kuzey Amerika şirketlerinden örnek vermek gerekirse: Rockefeller, Morgan, DuPont, Philips... Şimdi Avrupalı bazı şirketler: Henkel, Siemens, Agnelli.

Rockefeller'in dünyanın en zengin adamlarından biri olması sıfatıyla iki bankaya sahip. Dünyadaki ve Amerika'daki bütün finansı koordine ediyor. Bunlardan bir tanesi Chase Manhattan Bank - Türkiye'de de şubesi var. Bir tanesi CitiBank - Türkiye'de şubesi var. Chase Manhattan Bank'ın yöneticilerine baktığımız zaman danışman olarak karşımıza Henry Kissinger çıkar. Henry Kissinger hiç gündemden düşmüyor çünkü Öküzün Gözü'nde yer alan bir kişidir. Bütün liderlerimizin en yakın dostudur. Bu bir tesadüf değil. Öküzün Gözü içerisindeki karar mekanizmasında bulunan Henry Kissinger aynı zamanda Bilderberg Grubu'nun özellikle de Türkiye'deki Bilderbergersler'in başkanı durumundadır. Rahmi Koç'un da Chase Manathan Bank'ın yönetim kurulu üyesi olduğu basında yer aldı. Bilderberg örgütü üyesi olarak Chase Manathan Bank'ın yönetim kurulu üyesi. Koç Grubu'ndan Rahmi Koç dışında Suna Kıraç da 1992 yılında Bilderberg toplantısına katılıp üye oldu.

ABD yönetimi ve ABD başkanları da Sezar’a bağlı durumda. David Rockefeleer'in hiyerarşisinde gizli örgütler bağlamında aynı zamanda NATO, Birleşmiş Milletler vb gibi uluslararası örgütler yer alıyor. Pentagon, CIA, FBI, bütün finans kuruluşları, üniversiteler, medya denetim altına alınmış durumdadır. Basın, yayın, televizyon hepsi... İşçi temsilcileri, think-thank kuruluşları, vakıflar, ayrıca Asya, Afrika ekonomik toplulukları, AB, AGİT, NAFTA... Bu şekilde emperyal dikta kurulmuş oluyor.

Türkiye bütün ulusal değerlerini satışa çıkardı. Bu satışı en iyi yapan küresel seçkinler birbirine ödüller veriyorlar ve kamuoyuna medya kanalıyla parlatılıp, halka yutturuluyorlar. Bu satış halktan bu şekilde gizleniyor. 7 milyar dolar alacağımız söyleniyor ama 150 milyar dolarlık borç batağına ülkemizi sürükleyen aymaz hatta hain politikacılar uluslararası tefeci kuruluşlar olan Dünya Bankası ve IMF yetkilileri karşısında ceketlerinin düğmelerini ilikliyorlar.

Küreselleşme Gerçekten 1990’da mi Başladi?

Bu noktaya nasıl gelindi? 1 Amerikan doları alın. Küreselleşemenin ne tür bir olay olduğunu algılatmak için tüm çevrenize gösterin. Bakın 1 Amerikan dolarının arka yüzünün sol tarafında bir piramit var. Bu piramit masonik bir amblem. Üstünde bir göz yer alıyor, ona masonlar “Ulu Göz” derler. Her mason locasında bir kılıç, “Ulu Göz” ve buna benzer simgesel semboller bulunur. Yani YDD'nin söylendiği gibi 1990'larda Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra kurulmuştur safsatası yalan. Amerika daha 1876 yılında 1 dolara masonik amblem koymak suretiyle uzun erimli hedefini saptamış ve çalışmalarını bu doğrultuda sürdüregelmiştir. Tek başına bu sembol bile ABD'nin masonik ve siyonist bir dünya emelini gösteriyor.

Doların üzerindeki sembol ve yazıların anlamlarını irdeleyelim.[24] Piramit şeklinin üzerinde “Annuit Coeptis” yazıyor. Bu Latince: “Bizim meselemiz, planımız başarıyla tamamlanmıştır” demek. Bu bir kendine güveni ifade ediyor. Piramitin altında ise romen rakamıyla 1 Mayıs 1876 yazıyor. Bu Amerika'nın kuruluş tarihi değil, bu illuminat denilen bir mason kurumunun önemli bir tarihi olarak buraya geçmiş. En altta ise yine Latince olarak “Novus Ordo Seclerum” yazıyor. Bu “Çağların Yeni Düzeni” demek yani Yeni Dünya Düzeni. Demek ki dolardan başlıyor Yeni Dünya Düzeni.

Yeni Dünya Düzeni’nin Küresel Seçkinlerinin Hiyerarşisi

Küresel seçkinlerin hiyerarşisinin tarafımdan yorumlanmış ve çizilmiş şemasını aşağıda görüyorsunuz. Bu oluşumun merkezinde Masonlar var. Bunun üstündeki örgütlere masonüstü örgütler diyorlar. Bunlar aşağıdan yukarı sırasıyla Bilderberg Grubu, Trilateral Comission ve CFR. En yukarıda ise Öküzün Gözü yeralıyor.

Masonların altındaki örgütlere de masonaltı veya premasonik örgütler deniyor. Bu örgütler de yukarıdan aşağıya sırasıyla Rotaryenler, daha altta Lionslar en altta da Diners, Bony and Scott ve benzeri kuluşlar. Bunlar yukarıya tırmanmak için çabalıyorlar. Premasonik örgütlerin amacı, mason ideallerin gerçekleşmesi için toplumsal yararlı faaliyetlerde bulunmak, ABD'yi sempatik göstermek ve küreselleşme olgusuna hizmet etmek.

Bu oluşumun içerisinde direktif, emir, talimat yukarıdan aşağıya doğru geliyor. Aşağıdan hiçbir kıpırdama olmuyor. Tahkim kanunu mu? Anında çıkacak. Özelleştirme? Olacak. Çünkü kendi emperyal sistemine entegre etmek için ülkeleri uydulaştırıyorlar. Sır saklama, hiçbirinin ağzıdan kelime alamazsınız. Aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağıya çalışan bir olgu. Mutlak itaat, aşağıdan yukarı. Örgütler arası dayanışma. Aşağıdan yukarıya.[25]

Harun Yahya'nın (Adnan Hoca) “Masonluk ve Kapitalizm” adlı kitabında bir belge buldum. Doğru olup olmadığını araştırdım. Doğruluğunu saptadıktan sonra yetkilileri haberdar ettim ve yayınevinden izin alarak bu belgeyi “Emperyalizmin Batatklığında İstihbarat Örgütleri” isimli yapıtımda yayınladım.[26]

1989 yılında Avusturya Büyük Mason Kurultayı'nda Türkiye'yi yönetmek için kararlar alınmış olduğu görülüyor. Bu geçen 11 yıl uygulamalara bakıldığında, düzenlemelerin tamamen bu kararlar doğrultusunda olduğu görülüyor:

-“Basındaki biraderlerimiz arasında dayanışmanın güçlendirilmesi. Bununla afişe olmalarını engellemek amacıyla aralarında suni bir rekabet havası yaratılması. Önemli yerlerdeki biraderlerin açıklanmasını engellemek için temel önlemlerin alınması. Basındaki biraderlerin gerici dindarları bildirmek konusunda daha duyarlı, daha dikkatli davranması için uyarılması.”

Sivil toplum örgütlerine bu yüzden sızıyorlar. Laikliğe indirgendi Atatürkçülük. Laikliğe sahip çıkıyorlar işlerine geldiği için.

- “Büyük derneklerimizin GAP düzenlemesi işine sokulması. Güneydoğu'ya yatırım için faydalı koşulların hazırlanması. Yatırımlar için girişimci biraderlerin bir araya getirilmesi.”

- “Premasonik kuruluşlarımız Rotary, Lions, Diners vasıtasıyla uygun gençlerin gözlem ve seçilmelerinin devam edilmesi. Seçilen gençlerin masonik idealler doğrultusunda Amerika ve Avrupa'da eğitilmesi. Seçilenlerin dışında eğitim için uygun çapta ödemelerin hazırlanması.”

Birkaç örnek vermek istiyorum GAP'la ilgili olarak. Koç, çok yakın tarihte 17 Aralık 1999'da GAP'a el atıyor.[27] Çünkü zaten sistemin tepesinde bulunuyor. Masoniklerin talimatı da böyle zaten. GAP'taki arazi yapılanmasına şu anda bakarsanız çoğunun oradaki halkın lehine olmadığını, arazinin çoğunun yabancı, uluslararası, çokuluslu holdinglerin eline geçtiğini görürsünüz.

Bilderberg Toplantıları ve Katılımcıları

Kimdir bu YDD'nin Türk katılımcıları? Bilderberg'den yukarı çıkamıyor bizimkiler. Bilderberg örgütü iki kere Türkiye'de toplanmış. Birisi 18-20 Eylül 1959'da Yeşilköy'de. Katılımcılar çok ilginç: Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu. Adnan Menderes'i asanlar böyle bir örgüte üye olduğunu bilmiyorlar. Bu aslında çok anlamlıdır. ABD Türkiye'de kendi istediği karşıdevrim sürecinin yürütecek işbirlikçileri Bilderberg örgütünün ilk Türk üyeleri yapıyor. [28]

Bir de 25-27 Nisan 1975 yılında Çeşme Türkiye'de toplanıyor bu örgüt. Örgütün Türkiye lideri yıllarca Selahattin Beyazıt. Bir kaç yıl önce Türkiye'ye Kissinger gelmişti. Sabah gazetesinde ağzından bir laf kaçırdı. “Türkiye'de tanıdığım ilk dostum Selahattin Beyazıt'tır.” dedi. 23-25 Nisan 1971 yılında Amerika Woodstock, Vermont'ta Bilderberg toplantısına beraber katıldıklarını saptadım. Dostlukları oradan başlayan bir dostluk. Şimdi bu adam örgüt anlamında diğer bütün Bilderbergersler'in de üstünde bir kişi. 1957 yılından 1998'e kadar en çok Bilderberg toplantılarına katılan Türk bu. Selahattin Beyazıt'a tüm Türk Bilderbergersleri bağlı. O da Henry Kissenger'a bağlı. Yani Bilderberg'in Türkiye sorumlusu Henry Kissinger. Şimdi Beyazıt'ın yerini Gazi Erçel alıyor. Gazi Erçel, Selahattin Beyazıt'tan sonra 1996 ve 1997 yıllarında üst üste bu toplantılara katılan ilk Türk. Şu anda bu ismi medyanın sürekli parlattığına dikkatinizi çekerim.

Bu örgütün yerli üyelerinden biraz daha örnek vermek istiyorum. 1990 yılında Erdal İnönü ve 1995 yılında Hikmet Çetin bu örgüte üye oluyorlar.[29] Yanlarındaki de yine Selahattin Beyazıt. Selahattin Beyazıt'ın bir özelliği de şu: 33. Dereceden Mason. İskoç büyük locasına bağlı üstad. İngiltere Kraliyet protokolünde yeri var. Başka bir örnek; bugün de ödül veriyorlar İsmail Cem'e Batı basınında Mr. Smile diyorlar ona. Solana'yla el ense çekiyor.[30] Çünkü Solana da bu örgütün üyesi. Bir de durmadan bunlara ödül veriyorlar. Büyük adam diye bunları önümüze sürüyorlar.

Medyaya baktığımızda Bilderberg üyelerinin sürekli ödüller aldığını ve manşetlere çıkartılarak gündeme getirildiklerini görüyoruz. Bu biliçli bir propaganda çalışması. Yalnızca birkaç örnek: Özelleştirme İdaresi Başkanı Uğur Bayer Bilderberg üyesi olduktan sonra Dünya Ekonomik Forumu tarafından “Yarının Küresel Lideri” seçiliyor.[31] Bu ödülü daha önce de 1995 yılında B.B üyesi olan Cem Boyner almıştı. Rahmi Koç, İsmail Cem gibi diğer B.B üyesi isimlerinde sürekli ödüller aldıklarını görüyoruz.

Nitelik olarak kimlerin Bilderberg'e üye yapıldığına bakarsak, genellikle büyük sermaye patronlarının, merkez bankası genel müdürlerinin ve dışişleri bakanlarının mutlaka üye yapılmak istendiğini görüyoruz. Merkez Bankası eski Genel Müdürü Rüştü Saraçoğlu, ve eskiden Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Fatih Rüştü Zorlu, İlter Türkmen, Mesut Yılmaz, Hikmet Çetin, İsmail Cem bazı örnekler...

Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit 1975 yılındaki Çeşme toplantısında bu örgütün üyesi yapılıyor. 1975 yılında Türkiye iki kampa ayrılmış, kıyasıya bir çatışma var. Adeta bir iç savaş çıkmış durumda. Dağlar taşlar Karaoğlan yazılarıyla doluyor. Sokaklarda bağırılıyor. Türkiye iki keskin kutuba ayrılmış durumda. Ecevitçiler ve Demirelciler. Oysa aynı yıl bu iki kişi aynı örgüte üye oluyor. Binlerce yazı yazıldı Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit hakkında. Kimse bu örgüt birlikteliğini ifade etme cesaretini gösteremedi. Nitekim daha sonra aralarındaki bu sahte ayrım ortadan kalktı. Bugün bakıyoruz Demirel Ecevit'in Başbakan olması, Ecevit de Demirel'in Cumhurbaşkanı olabilmesi için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bilderberg üyeleri arasında sürekli devam eden dayanışmaya bir kaç örnek daha: Süleyman Demirel ve İhsan Doğramacı arasında yıllardır devam eden dayanışma, ayrıca eski SSK Yönetim Kurulu Üyesi Halil Tunç'un Refah Partisi iktidarınca görevden alınmasının Demirel'ce araya girilerek engellenmesi, silah kaçakçılığı suçuyla yargılanan Jak Kahmi'nin yıllarca İktisadi Kalkınma Vakfı Başkanlığı yapabilmesi v.s...

1975 Çeşme toplantısına katılan yabancılar da var tabi. Onlardan birkaç tanesini söylersem durumu biraz daha somutlaştıracaksınız[32]. Edmund de Rothchil Fransa bankeri bu örgütlerin finansörü. Amerika'da Rockefeller neyse Avrupa'da da de Rothchil ailesi o. Theo Sommer zaman zaman karşımıza çıkar. Die Zeit gazetesi başyazarı ve şefi. Joseph Luns NATO Genel Sekreteri. NATO da işin içinde. Robert Mc Namara Dünya Bankası Başkanı, eski savunma bakanı. Giovanni Agnelli Fiat patronu. Arrigo Levi La Stampa gazetesi genel yayın yönetmeni. Olef Palma, Margaret Thatcher, W. George Ball, Brezinski. Brezinski her tarafta önümüze çıkar. Çünkü Boğanın Gözü'nün içinde bulunan adamlardan bir tanesi. David Rockefeller’da bu toplantıya katılmış.[33]

Bu üç örgütün üyelerinden seçmeler yaptım. David Rockefeller, üç gizli örgütün üyesi, yani Boğanın Gözü'nde yer alıyor. Bu hiyerarşi de en üst kademede. Bill Clinton da üç örgütün üyesi. Buna karşı Jimmy Carter iki örgütün üyesi. George Bush iki örgütün üyesi ancak George Bush aynı zamanda Eisenhower Exchange Fellowship (EEF)'in başkanı. İki örgüt üyeleri olanlar iç halkalarda görev alabilirler. Öküzün Gözü içinde yeralanlar ise üç gizli örgütün üyesi olmak zorunda. Üç gizli örgütün üyesi olmak da bazen yeterli olmayabilir. Bunlar arasında dahi ancak seçilenler Öküzün Gözü'ne girebilir. Henry Kissinger üç örgütün de üyesi. Richard Holbrooke da üç yıldızlı. Böyle devam ediyor. Avrupa'da da saydığım isimler var. Japonya başbakanı tek örgüte üye olabilir. Onlar da Trilateral Komisyonu üyesi olabilir. Türkler de tek örgüte yani Bilderberg'e üye olabilir. Buna bugüne kadar yalnızca bir istisna var. Geçtiğimiz günlerde Rahmi Koç CFR'a da üye olan ilk ve tek Türk oldu. Avrupalılar iki örgüt üyesi olabilir. Hem Trilateral hem Bilderberg üyesi olabilir. Amerikalılar üç gizli örgütün de üyesi olabilir. Bu örgütlerde hiyerarşi var, gizlilik var. [34]

Bir başka örgüt daha var. Bu örgüt yerli kişileri seçiyor, alıp götürüyor, ABD görüşleri doğrultusunda yetiştiriyor. Bu örgütün adı Eisenhower Exchange Fellowship (EEF) örgütü.

EEF örgütü 1954 yılında kurulmuş. İlk katılımcısı Süleyman Demirel. Süleyman Demirel iki yıldızlı oldu. Bir Bilderberg üyesi bir de EEF üyesi. Amacı Amerikan ideallerini benimsetmek. Bu program çerçevesinde 9 ay Amerika'da gezdiriyorlar, Amerikan sistemini sevdiriyorlar, tanıtıyorlar ve gönderiyorlar. Buradaki olanakları kullanmak suretiyle, basını kullanmak suretiyle çıtasını yükseltiyorlar.[35] 1954'de genç bir su mühendisi olan şimdiki Türkiye'nin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel buradaki kursa katılmıştır.[36]

Bugüne kadar EEF örgütüne üye olmuş kimselerin listesine göz attığımızda ilginç bir noktaya rastlıyoruz. 1954'ten 1993 yılına kadar 25 kişi gitmiş. 1993 yılında dünya kontenjanı iptal ediyor Amerika ve bizden 10 kişi alıyor. Seçenler kim? Amerikan büyükelçisi, Eczacıbaşı ve diğer holdinglerden birer temsilci seçiyor bu 10 kişiyi. Bu 10 kişiye dikkat. 20 sene sonra karşımıza başbakan, cumhurbaşkanı olarak çıkabilirler. Çok ilginçtir, Tema Vakfı çok güzel işler yapıyor . Türkiye'yi erozyondan kurtarmak çok büyük bir ideal. Ama 100 tane sivil toplum örgütü içinden neden Tema öne çıkıyor? Bakıyoruz ki Tema Vakfı genel sekreteri Leyla Derya Çelikel de EEF üyesi olarak çıkıyor karşımıza. Bunu düşünmek gerekli.

Darbe Okullari

Biliyorsunuz ABD vatandaşı, yahudi kökenli ünlü bir yazar var Noam Chomsky. Birçok yapıtı da Türkçe'ye tercüme ediliyor. “ABD Terörü” adlı yapıtında 4 özgürlükten söz ediyor. Bunları zamanında Özal da kopya etmişti. Sık sık söylüyordu. Rooswelt 4 özgürlükten söz etmiş. Konuşma, ibadet, yaratma, yaşama özgürlüğü. Chomsky bir tane daha ekliyor. Adına “5. özgürlük” diyor. “Soyma, sömürme, hüküm altına alma, güce başvurma.” Dünyada yaşanan da bu. ABD saldırganlığının çok somut olarak ifadesi.[37]

Bütün bu soyma, sömürme, hüküm altına alma, güce başvurmayı gerçekleştirebilmek için bazı mekanizmalara gerek var. Bütün dünyada işkence, darbe v.s. aynı yöntemlerle oluyorsa, bunun mutlaka bir hocası, bir merkezi, bir yöntemi vardır.

Latin Amerika'da İspanyol genel valisi Simon de Bolivar başkaldırmak suretiyle Bolivya'yı kuruyor. Latin Amerika'da darbe geleneğini başlatıyor. Orası darbeler coğrafyası. Bu geleneği Amerikan emperyalistleri geliştiriyorlar. Geçen yüzyılın başlarında ABD Başkanı Monroe “Amerika Amerkalılar'ındır” diye bir doktrinin ortaya attı. Yani “Güney Amerika Kuzey Amerikalıları'ndır” anlamında algılamak lazım bu doktirini. ABD, doktrin uyarınca o bölgeyi çeşitli yöntemlerle ele geçirdi. Bu amaçla da darbe yöntemlerini kuramlaştırdı. Ağırlıklı olarak Latin Amerika'yı darbe laboratuarı gibi kullanıp, darbeleri bütün dünyaya çıkarları doğrultusunda ihraç etti.

Amerika ilk darbe okulunu Fort Gullic'i 1946 yılında Panama'da kuruyor. Bu 1984'e kadar kalıyor burada. Güney Amerika'daki bütün faşist katiller, işkenceciler, darbeciler, bu okuldan yetişiyor. Sonra bunu alıyor getiriyor ABD'ye Fort Benning'e 1984 yılında. Fort Benning'de aslında piyade okulu var. Piyade okulu olağanüstü büyük bir alana yerleşmiş. Aynı zamanda da işkence, darbe, katiller okulu olarak işliyor. Bütün bu okulların en büyüğü Fort Bragg denilen yerde. Buna aynı zamanda “Kennedy Özel Savaş Okulu” da deniyor. En üst düzeydeki darbeciler de bu okulda yetişi-yor. Bu okullara School Of Americas (SOA) deniliyor.

Ancak ABD'nin işkence ve darbe okulları bunlarla sınırlı değil. ABD'den bir ok alıp tüm NATO ülkelerine ve diğer müttefik ülkelerine bu okullar ağını yayabilirsiniz. Bu okullar çeşitli bağlarla birbirine bağlanmış durumda ve aynı emir komuta zinciri altında. Bu okulların aralarında dört değişik şekilde bağ var.

Bu bağlardan birincisi CIA bağı. Bütün dünya bu açıdan da CIA vasıtasıyla kontrol ediliyor. ABD'nin başkentinden dünyanın bütün başkentlerine CIA ve diğer istihbarat örgütleri arasındaki ilişki sayesinde böyle bir bağ kuruluyor. ABD cani, katil, suikastci, provokötör, sabotajcı, işkenceci ve darbecileri yetiştiren okullardan çıkan adamları vasitasıyla, gerektiğinde devlet terörü ile bir bakıma gözetim altında tutuyor dünyayı.

Emir kumanda bağlantısı ikinci bağ; ABD Denizaşırı Kuvvetler Komutanlığı bütün dünyaya bu anlamda hükmediyor. Bunun da ucu gene Almanya'da Bad Tölz isimli kentte.

Okullar arasında üçüncü olarak eğitim bağlantısı var. Fort Bragg ana okul. Ona bağlı olarak Amerika'da Fort Benning okulu var. Bunun Avrupa ucu ise Oberammergau'daki özel okulda.

Bütün NATO ülkelerinde demin bahsettiğim katogerideki insanlar ortaya çıkıyor. Derin devletin bir NATO bağlantısı var. Bu bahsettiğim dünya çapında derin devlet aslında. Brüksel'deki SHAPE karagahına bağlı bütün bu merkezler. Brüksel'deki SHAPE Karargahı'nda (NATO Müttefik Baş Kumandanlığı) ACC denilen bir örgüt var. Bu bir yeraltı örgütü. Bütün NATO ülkelerinin yeraltına kumanda ediyor burası. Allied Coordination Center (Gizlilik Kordinasyon Merkezi), ACC'nin açılımı. Yani derin devletin bir ucu Washington'dan Brüksel SHAPE karargahına geliyor.

Basında devamlı bunlar hakkında haberler çıkıyor. Bütün dünyanın katilleri, işkencecileri biliyoruz da, bizimkileri bilmiyoruz. Hangisi hangi okulda okumuş bilemiyoruz. Ben bir konferansımda Ahmet Yıldız'ı çağırdım. O Fort Bragg'tan geçmiş. Geldi anlattı. 27 Mayıs'tan sonra Amerikalılar yanaşmışlar fakat bakmışlar iş yok, geri çekilmişler. Bir tek Ahmet Yıldız itiraf etti “Ben Fort Bragg'ta okudum”. Bu okullardan yetişmiş, her biri ülkelerinde ABD çıkarları doğrultusunda faşist rejimler kurarak on binlerce insanı katleden bu isimlerin bazıları: Manuel Noriega, Leopaldo Galtirei, humbarto Regalado, Hugo Banzer Suaret, Roberto D'aubuisson…[38] Hepsi cani, katil bu okullardan yetiştirilmiş.

Bu belgeyi ben temin ettim Amerika'dan. Bizim basında çıkmamıştır. Amerikan Senatörü Daniel Patrick Moynihan senatoda bir önerge veriyor. Önerge şu şekilde:[39]

“60 bin Latin Amerikalı askerin eğitim gördüğü Fort Benning'deki Amerikalılar Okulu'nu (SOA) inceledim.

SOA diplomalı görevliler tüyler ürpertici eylemlerde bulunuyorlar. Bu okullarda işkence, gasp, suikast ve insanları kaçırma yöntemleri öğretilmektedir.

1996 yılı Eylül'ünde Pentagon (Savunma Dairesi) “İşkence Eğitim El Kitabı”nı SOA'nın kullanmasına izin verdi. Bu kitapta sahte suçlama, şantaj yapma, yanlış bilgilendirme, fiziki ve diğer işkence yöntemleri SOA'daki görevli personel tarafından Latin Amerikalı askerlere halkını öldürme, tehdit, özellikle dini çalışma, sendikalarla diğer çalışma ile yoksulluğu kullanma taktikleri öğretiyor.

Bu “Cinayet Okulu” yılda yaklaşık 20 milyon dolara mal olmaktadır. Oysa bizim çocuklarımıza ve insanlarımıza yönelik yatırımlarımız tamamlanmış değildir. Lütfen SOA'nu Durbin yasa tasarısıyla kapatınız.”

Aynı şekilde Joseph Kennedy de bir önerge veriyor fakat tabii ki bu önergeler reddeliyor. Gerekçe ise şöyle: “Okulun Latin Amerika demokrasilerini güçlendirmek için önem taşıdığı...”

Bu noktada ABD Genelkurmay eski başkanı Oramiral William Crove'un ilginç bir demecine yer vermek istiyorum:[40]

“Biz müttefik ülke subaylarına ABD'de eğitim görmeleri için askeri kurslar veririz. Bu kursların amacı tabii ki bu ülkelerin orduları, askeri ve siyasi lider kadroları üzerinde etki sağlamaktır.”

Fort Benning denen cinayet okulunun bulunduğu yer. Kapısında şöyle yazıyor United States Army Infantry School, yani Amerikan Ordusu Piyade Okulu. Yine bizim basında yer almış bir haber. “Fort Bragg'ta işkence, adam kaçırma, cinayet alanında uzmanlık kazanan “Gafe” adı verilen özel birlikler restoran bombaladılar.”[41] Bu günlük basından. Ben bunları sadece topluyorum.

Georgia eyaletindeki Fort Benning okulunun kapatılması amacıyla yürütülen kitlesel kampanyaya ise Amerikalı bir rahip Roy Bourgeois önderlik ediyor. Fort Bragg'ın alanı 75 km karelik bir alan. 12 bin kişi protesto ediyor Amerika'da. “Bu okulun burada ne işi var?” diye. Açıklama yapılıyor. “Amerikan çıkarları bunun gerektiriyor”.

Almanya'ya konferans vermek için gittiğimde “Nereyi görmek istersin?” dediler. Ben “Oberammergau” diye tutturdum. Orada bulunan Ayaklanmaları Bastırma ve İstihbarat Okulu'nun bulunduğu yerin video ve fotoğraflarını aldım. Bu fotoğraflardan da kesinlikle anlaşılabileceği üzere, anılan okulların NATO ve dolayısıyla SHAPE Karargahına bağlı olduğu görülmektedir. Yol levhalarında “NATO Schule” ve “NATO School” yazmasına karşın, bir başka yol levhasında Almanca “Yönetim Okulu” denilerek okulların asıl adı gizlenmeye çalışılıyor. Oberammergau'daki okulun NATO Brüksel bağlantısını tespit ettim. Bu okul emir komuta bağlantısı bakımından doğrudan doğruya ABD'ye, dolaylı olarak NATO'ya bağlı, Bad Tölz'de bulunan 20. Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın emrinde çalışmaktadır.[42]

Osmanlı’dan Bugüne Gelen Miras: İşkence

Osmanlı'dan miras kalan işkence olgusu ne yazık ki günümüze değin devam edegelmektedir. Ancak sistematik olarak işkence ülkemizde 1971'li yıllarda 12 Mart muhtırasal darbesinden sonra başladığını görüyoruz.

Dünya geneline baktığımız zaman aynı türden işkence yöntemlerinin diğer ülkelerde de uygulandığını görüyoruz. Kuşkusuz bu olguyu bir raslantı olarak algılayamayız. Çünkü Soğuk Savaş döneminde, ABD'de başlayan McCarthycilik akımını ABD dünyaya “Anti-komünizm” ideolojisi olarak ihraç etti. Politikadan, bürokrasinin her iki kesiminden, güvenlik güçlerinden seçilmiş kişilerin hem ideolojik hem de kuramsal ve pratik olarak bu olguyu yüklendiğini görüyoruz. Bu amaçla Panama'da, Ft. Benning'de, Ft. Bragg'ta, Oberammergau'da ve dünyanın diğer ülkelerinde devlet terörü, sabotaj, işkence, provokasyon vb gibi yöntemleri öğrenen kadrolar yetiştirildi. Bu çabaların görünürdeki amacına göre eğer ülke işgal edilirse, yetişen bu kadrolar gerilla yöntemleriyle iç direnişi örgütleyecek ve düşman işgalini engelleyecekti.

Aslında çok gerçekçi ve makul gibi görünen bu amaç, iç ve dış düşman kavramlarını eşitlediğinizde iki ucu keskin bir kılıca dönüştü. Dünya halkları üzerinde işkence, baskı, zulüm ve devlet terörüyle somutlaştı. Onların mantığına göre “milliyetçi ve dinci” olmanın ön koşulu komünizmle mücadeleden geçiyordu. Sermaye kazanılanı korumak için komünizmle mücadelenin doğal müttefikiydi. Bu amaçla dünyanın bütün ülkelerinde “Komünizm ile Mücadele Dernekleri” yanında “Antikomünist partiler, örgütler, dernekler” ABD finansmanıyla kuruldu ve iktidara getirildi. Avrupa'da Euro-komünizm'in yükselişi ve hatta özellikle İtalya ve Fransa gibi ülkelerde demokratik yöntemlerle iktidara sahip olacak ölçüde güçlenmesi karşısında “Gladio” türü örgütler öne çıkarılarak iç düşman saydıkları komünistlerle amansız bir kavgaya tutuşturuldular. ABD'de veya ABD yandaşı örgütlerde yetiştirilen “milliyetçi, vatansever” tetikçiler, bilerek yada bilmeyerek ABD adına kendi halkları üzerinde devlet terörü, sabotaj, provokasyon v.b gibi yöntemleri uygulayarak ülkelerini de-stabilize ve de-magnetize ettiler ve komünist partilerin iktidara gelmesini engellediler. Eski CIA başkanı Colby muhtelif yayın organlarına vermiş olduğu demeçlerde bu gerçeği açıkça itiraf etmektedir. Colby şöyle diyor:[43]

“NATO üyesi olması dolayısıyla Türkiye'de de benzeri bir kurumun (Gladio kastediliyor) varlık ihtimali bulunuyor... Türkiye'nin komünistlerin eline düşmemesi için CIA'nın antikomünist kuruluşlara destek vermiş olması ihtimali vardır...”

Kuşkusuz Türkiye bu oluşumun dışında tutulamadı. Ülkemizde de sosyal demok-rasiyle, komünizm koşut sayılarak ve hatta CHP komünistlikle suçlanarak, özellikle 12'li darbelerden sonra benzeri yöntemler uygulamaya konuldu.

12 Mart muhtırasal darbesinden sonra sistematik olarak uygulamaya konulan işkence olgusu, o dönemin 1. Ordu Komutanı Orgeneral Faik Türün'ü öne çıkarttı. Faik Türün açıkça CHP'ye cephe aldı ve de özel savaş yöntemlerinden biri olan “Temizlik Operasyonunu” başlattı. Bu amaçla tüm İstanbul'u değişik tarihlerde, 2 kez evlere hapsederek ve sokağa çıkma yasağı koyarak, “Fırtına 1” ve “Fırtına 2” operasyonu adı altında aramalar yaptırdı. Binlerce aydın, yurtsever, ilerici, Atatürkçü kişi ve özellikle solcu olarak tanımlanan öğrencileri göz altına alarak, işkenceden geçirdi. İşkence 30 yıldır ülkemizde sistematik bir şekilde uygulanmakta ve uzun vadede toplumu sindirmenin yani “sessiz çoğunluğu” yaratmanın metotu olarak kullanılmaktadır.

Faik Türün o dönemde emniyet örgütündeki işkenceleri yeterli görmemiş olacak ki özel işkence merkezleri kurarak zulüme devam etti. Bunlar içinde en ünlü olanı da “Zihni Paşa (Ziverbey) İşkence Köşkü'dür.” Bu köşkten sırf kuram gereğince komünist olanlar geçi-rilmediler. Ek olarak Faik Türün Genelkurmay Başkanı olabilmek için önünde engel olan generalleri bir komplo içine alarak etkisiz halde bırakmak ve amacına ulaşmak için de işkence yaptırmıştır. Bunlardan biri de benim.

Kanımca “Dreyfus” davasından yüz kere daha önemli sayılması gereken bu olay 30 yıllık uğraşıma karşın kamuoyunca tam olarak kavranmış değildir. Nitekim bu akıl almaz, çirkin komployu sergilemek için yazdığım 4500 sayfalık “Savunma” hala elimde durmaktadır.

Yargılandığım “Bomba Davası”da (72-75) dönemin Genelkurmay Başkanı Orgenereal Faruk Gürler, Orgeneral Muhsin Batur, Oramiral Kemal Kayacan ek iddanemeyle marksist ve leninist bir cuntanın lideri olarak suçlanmalarına karşın, mahkeme önüne getirilememişleridir. O nedenle de “Bomba Davası” diye adlandırılan balonu söndürmek bana kaldığı için ben bu misyonu alnımın akıyla yerine getirmeye çalıştım.

Mahkeme dışında tarihe de verilecek bir hesap bulunması gerektiğine inanarak, adı geçen üç orgeneralin marksist ve leninist olup olmadıkları saptanmalı, eğer bu sav doğru değilse - ki benim savım da budur- başta Faik Türün olmak üzere bu tertibi düzenleyen kadro açığa çıkarılmalı, ölmüş olsalar bile kınanmalıdır ki benzeri olaylar yaşanmasın.

Türkiye'de işkence var çünkü işkence öğreten okullar da var, oradan geçen insanlar da var. Ve sistematik işkence var. 1974 yılında Ecevit işkenceye karşı çıkıyordu. “Çok şeyi değiştireceğiz” diyordu. Demirel ona cevap veriyor “İşkence ve kontrgerilla iddialarını ispat etmek için devlet arşivini karıştırmaya gerek yok”. Yıl 2000 Ecevit başbakan işkence devam ediyor. Şimdi o dönemde bize işkence yapan Faik Türün gayet pişkin olarak 1974 yılında Milliyet Gazetesiyle yaptığı söyleşi de “İşkence olarak dün ne yapıldıysa bugün de onlar olmuştur” diyor. Bu işkenceci general geçen gün köşkte, cumhurbaşkanının protokolüne alındı. Bu adam Demirel tarfından Cumhurbaşkanı adayı gösterildi.

12 Mart dönemi, karanlığın aydınlığa saldırısı olduğu için bütün aydınları, hocaları içeri aldılar. Ve Mümtaz Soysal gibi saygın bir kişiye tokat atıyorlar. Böyle bir dönem! Şimdi 99 yılına gelmişiz Demirel Clinton karşısında düğmelerini ilikliyor. İşkence olduğunu kabul ediyor. Bunun sorumlusu kim? Herhalde biz değiliz.

Derin Devlet’in İçyüzü

Derin devlet nedir? Derin devlet aslında kontrgerillanın başkalaşmasıdır. İlk önce

kontrgerilla çıktı, sonra Gladio, sonra Süper NATO, en sonunda derin devlette işi bağladılar. Derin devlet nedir?

EEF örgütü 1200 üyesi var. Ve şu anda başkanı George Bush. Eski CIA başkanı sıfatıyla bu kişilerin de lideri. Bu grup içinde devlet, hükümet başkanları, bakanlar üst düzey yetkilliler, sivil kuruluşlar, akedemisyenler. EEF anlamında derin devleti kategorize edersek bunlar karşımıza çıkıyor. Bunlardan her biri derin devletin elemanı olabilir.

1975 yılında ABD'den getirterek bir belegeyi mahkemeye verdim. Orada da derin devlet kategorize ediliyor. Emniyet görevlileri, eğitimciler... İş ve ticaret mensupları. Bu kategori içinde derin devlet üyeleri var. Zaten gizli örgütün üyesiyse sorun kendiliğinden çıkıyor. İşkenceci Memduh Tağmaç ağzından derin devlet kategorize ediliyor. Emniyet görevlileri, subaylar, proflar, gazeteciler, iş adamları, sıradan isanlar.

İlhan Bilici, kontrgerilla hakkında gelişmiş bir milletvekili. O da kategorize ediyor kendine göre. Polisler, subaylar, doktorlar, uyuşturucu kaçakçıları, mafya adamları. İtalyada P-2 diye bir mason locası var. Bunun üstadı azamı Licio Gelli, İtalya'da sağ ve sol terörü yönetmekten hapse atılıyor. Aynı zamanda İtalyan istihbarat örgütü başkanı generali de hapse atıyorlar. Mösyö diyor ki “ben ABD'den aldığım dolarla İtalya'daki terörü yönlendirdim.” Neden terörü yönlendiriyor? Çünkü İtalya'da Komünist Partinin iktidara gelme olasılığı fazla. Onu engellemek için terör kullanılıyor. Terörün arkasında Mason locası var. Mösyö bir gazeteciye verdiği demeçte diyor ki: “Ben 1980 yılında mason desteğiyle istediğimiz kişinin İtalya Cumhur-başkanı olmasını sağladım.” Ülkede CIA parasıyla cumhurbaşkanı seçtiriyor. Sonra diyor “Kalktım Arjantin'e gittim. Arjantin'deki masonların desteğiyle Peron'un cumhurbaşkanı olmasını sağladım. Sonra yapmış olduğum hizmetlerden dolayı Beyaz Saray'a davet edildim. Bush tarafında ödüllendirildim.” Böyle bir dünyada yaşıyoruz. Terörü yönlendiren bir insanın bu kadar fonksiyonu var. Şimdi ona göre de P-2 Mason Locası üyeleri içinde subaylar, işadamları, istihbarat örgütü elemanları var.

[anasayfa][forum]